Today Zaman’ın sorularına yanıt:
(Telefonla yapılan bir söyleşinin bilahare genişletilmiş yazılı versiyonu)
Türk egemen medyası, özellikle televizyon kanallarının çoğu, Güngören’de meydana gelen patlamayla ilgili görüntülerinde, yine ölçüyü kaçırdı, etik kuralları ihlal etti ve gösterilmemesi gereken ceset, kanlı ve yaralı yurttaşları gösterdi. Söz konusu kanalların bu terörist eylemin propagandasını yapmak gibi amaçları olduğunu düşünmüyorum. Ama bence iki temel neden sözkonusu:
Birincisi, TV kanalları arasındaki rekabet, haber içeriğinin kalitesi değil sürat alanında gerçekleşiyor. ‘Önce ben verdim’ demek onlar için çok önemli. Yayınlanan haberin doğru olup olmaması onlar için birinci derecede önemli değil, çünkü onlar esas olarak haberi ilk önce, en hızlı, hemen, şimdi, az sonra vermenin derdindeler. Neredeyse haber yanlış da olsa önce biz verdik diye övünecekler.
Bu konuda anlamlı iki slogan var: Biri CNN’in diğeri BBC’nin. İkisi de Anglo-sakson ekolün medya organları olmasına rağmen, habercilik konusunda neredeyse zıt anlayışlara sahipler. CNN, ‘Be the first to know’ diyor. Yani, ‘Haberi önce siz öğrenin’. Burada öne çıkarılan şey, zaman, sürat...Haber doğru mu yanlış mı, o herhalde ikinci sırada önemli bir konu! Acele edin, hemen öğrenin...Belki öğrendiğiniz doğrudur!?
Diğer slogan BBC’nin. O da ‘Putting the news first’ yani ‘Haberi öne çıkaralım’. BBC, sürate değil, bir gazetecilik ürünü olarak haberi ön plana çıkarıyor. Zaten BBC bu sloganla aslında biraz da CNN’e cevap veriyor.
İşte bizde de televizyon kanalları arasında yarışma/rekabet, doğru/yanlış haber temelinde değil, erken/geç haber temelinde gerçekleşiyor. İnternet sitelerinde hatta gazetelerde de önemli olayların ardından yayınlanan haberlerde, ‘Olayı ilk önce X kanalı duyurdu’ başlığı kullanılır. Rekabet süre temelinde yapılınca kaçınılmaz olarak haber kalitesini denetlemek için pek zaman kalmıyor. HSBC’ye yönelik bombalı saldırıda olsun daha önce Gazi Mahallesi olaylarında olsun, kameramanların olay yerindeki çekimleri hiç bir editörün filtresinden geçmeden, naklen yayında ekranlara yansımıştı. Editörle izleyici o sahneleri ilk kez aynı anda görüyorsa, burada editörün işlevi berhava edilmiş demektir.
Aklıma yakın zamandan bir örnek daha geldi: Bir haber kanalında, Dağlıca baskının hemen ardından, Bursa’da bir grup milliyetçinin Kürt yurttaşlara ait dükkanlara taşlı-sopalı saldırı haberi ve görüntüsü geldiğinde oturup editör arkadaşlar kendi aralarında tartışmışlar ve sonra bu haberi yayınlamama kararı almışlar. Ben, çok sonra bu editörlerden biriyle konuştum. Kararın gerekçesini sordum. Dedi ki, ‘Ortam acaip gergindi. Dağlıca’da çok sayıda asker şehit edilmişti. Bursa’daki Kürt karşıtları da, Dağlıca’daki PKKlılarla hiç bir ilişkisi olmayan ama sadece Kürt oldukları için hedef tahtası yapılan, dükkanları saldırıya uğrayan insanlara yönelmişti. Bu haberde çok fazla şiddet vardı. Ayrıca haber başka bölgelerdeki milliyetçi grupları da teşvik edebilir, cesaretlendirebilirdi. Kötü bir örnekti yani...Bu nedenlerle yayınlamadık’. Tartıştık ve sonuç olarak ben de meslekdaşıma hak verdim. Çünkü ‘Doğru ve gerçek olan her olay, haber olarak yayınlanır’ diye bir kural yok. Ama habercilik şiddeti yaymaya, özendirmeye, teşvik etmeye teşne bir haber ise, burada durup düşünmek gerek. Çünkü habercilik, kamu çıkarı için yapılır. Kamu çıkarının önemli bir boyutu da kamu güvenliğidir. Bu tür haberlerde çok ince bir denge var: Bir yandan yurttaşın özgürce haber almasına hizmet edecek gazeteci, bir yandan da kamu yararını gözetecek. Nadir de olsa, bu iki gereksinim/koşul arasında uzlaşmaz bir çelişki olabiliyor. O zaman da yurttaşın özgür haber alma hakkından feragat etmek gerekebilir.
Kuşkusuz bir tek kanalın bu haberi vermemesi çok anlamlı olmayabilir. Ama meslek içi dayanışma olsa idi ve tüm kanallar kendi aralarında aldıkları ortak bir kararla bu haberi yayınlamasalardı, dayanışmanın anlamı ve önemi ortaya çıkardı.
Güngören patlamasını Bursa örneğinde olduğu gibi hiç görmemek, tabi ki söz konusu değil. Ama mesela benim izlediğim NTV’de sunucu, sık sık ‘Olay yerinden çok korkunç görüntüler geliyor ama bunları yayınlamıyoruz’ diyordu. Bu açıklamayı yapmak zorunda kalması bile aslında o zamanla yarış ve anlamsız rekabetin pençesinden tam olarak da kurtulunamadığını gösteriyor. Yayınlamıyorsan, bir de özel olarak yayınlamadığını söylemene gerek yok aslında. Ama gizliden gizliden rakiplere de mesaj var bu uyarıda: Bakın bu görüntüler bizde (de) var ama biz etik kurallar gereği yayınlamıyoruz, demek istediler galiba.
İkinci temel nedene geleyim: Şiddet, kan, kopuk kol bacak anormal şeylerdir. Dolayısıyla da ilgi çeker, merak uyandırır. Ve reyting yapar. Güngören’de yaşanan şiddetin on misli şiddet, aslında her gün televizyonlarda, filmlerde (Fiction) var. Ama o şiddet kurgusal, Güngören ise hakiki...Vurdulu kırdılı filmler, terörist avcısı kahramanların filmleri, Rambolar, Terminatörler filan hep ekranlarda. İnternet oyunlarında da çok şiddet var. Sanal ya da kurgusal alandaki şiddet,bu kadar ilgi çektiğine göre, hakiki hayattaki şiddet kim bilir ne kadar ilgi çeker? diye düşünüyor bazı editörler herhalde. Güngören ve benzeri hakiki terör olaylarının görüntüleri, simülasyonu gerçeğe dönüştürüyor, kurgusalın, sanalın şiddetini hakikileştiriyor. Sıradan izleyici ‘Vay be tıpkı filmlerdeki gibi!’ ya da ‘Vay canına demek ki filmlerde gördüklerimiz hakikaten oluyormuş’ yanılsamasına kapılıyor.
Türk egemen medyası bu konuda sabıkalı. Eskiden beri bu şiddet ve kan sahnelerine meraklı. Batı medyası da belki biraz daha ince davranıyor olabilir ama orada da bu sorun var. Onlar, özellikle Amerikan medyası, televizyonlarının resim seçicileri, gerçekten seçici davranıyor. Hatırlayalım: Amerikan televizyonları Irak’ta öldürülen Amerikan askerlerinin bırakın cesetlerini, tabutlarını bile ekrana getirmedi hiç. İlkeye çok mu saygılı? Yoo değil. Çünkü Saddam’ın oğulları vurulduğunda tekrar tekrar bu delik deşik edilmiş cesetleri bütün dünyaya yaydılar,kendi ekranlarında da yayınladılar. Neden mi? Her haber, her görüntü, isteseniz de istemeseniz de siyasi-ideolojik-kültürel bir amaca hizmet eder. Bilinçli ya da bilinçsiz...Saddam’ın oğullarının cesetlerinin görüntüleri hakkında o zaman ‘Cesedin Görüntüsü/Görüntünün Cesedi’ başlıklı bir yazı yazmıştım www.bianet.org’da. Bu konuda önemli bir kitap, imaj felsefecisi Marie-José Mondzain’in ‘L’İmage peut-elle tuer?’dir (Görüntü öldürebilir mi?)
Gazete sayfalarındaki her haber, her fotograf, her karikatür, her illüstrasyon, belki öyle her zaman çok ince eleyip sık dokunmasa da, mutlaka bir siyasi-ideolojik-kültürel mesaj içerir. ABD medyası, Saddam’ın oğullarının cesetlerinin görüntüsünü ya da Saddam’ın idam görüntülerini yayınlarken, açıkça mesaj veriyor: ‘Bana karşı çıkmayın, yoksa sonunuz iste böyle olur’. Aynı ABD medyası, Felluce’de ajan oldukları iddiasıyla yakalanıp, vucutları iple birer aracın arkasına bağlanıp sürüklenen Amerikalı iş adamlarının görüntülerini tabi ki yayınlamaz. Yayınlarsa, Irak Direnişinin mesajını taşımış olur: ‘İşgalci ya da ajansan sonun işte böyle olur’.
Bu olumsuzluğu gidermek için ne ya da neler yapmak lazım? Batı’da ombudsman, Basın Konseyi, Gazeteciler Odası tüzüğü yaptırımı hatta basın polisi gibi çözümler önerildi. Hiç biri soruna gerçek çözüm bulamadı. Bence değişimi, olumlu ortamı yaratabilecek iki kesim var. Gazeteciler, yani muhabirler ve editörler, kurala riayet edecek, haberi verirken, şiddet övgüsü anlamına gelecek cümle ve görüntülere yer vermeyecek. Ayrıca rakipleriyle zaman/süre alanında değil, haberin içeriğinin kalitesi, ayrıntısı, doğruluğu temelinde yarışacak. Bunu sağlayabilecek yegane güç de ne ombudsman ne de Basın Konseyi (Hele bizdeki!). Toplumun kendisi yani okur, yani yurttaş da bu şiddetli ve kanlı sahne ve içeriklere karşı çıkarsa, bunları yayınlayanları protesto ya da boykot ederse medya yöneticileri de mecburen daha düzgün davranmak zorunda kalacaklar.
Gerçi Türkiye, Orta Asya döneminden bugüne hala çok fazla şiddet içeren bir ülke...Toplumsal temayüllerin de daha barışçı, daha yumuşak hale gelmesi için siyasilerin, kamu önderlerinin yapması gereken çok şey var. ‘Kurşun atan da yiyen de şereflidir’ demiş bir Başbakanımız vardı. Kimi milletvekilleri düğünde ya da maç zaferi kutlamalarında havaya şarjör boşaltıyor. Küçük bir fikir anlaşmazlığı bile kısa bir süre sonra tekmeli tokatlı kavgaya dönüşebiliyor bu memlekette. ‘Dayak cennetten çıkmadır’, ‘Öğretmenin vurduğu yerde gül biter’ ya da ‘Kızını dövmeyen dizini döver’ diye atasözlerimiz var.
Bir toplumun halkı, kaçınılmaz olarak o ülkenin devletinden, medyasından, geleneklerinden öyle çok da barışçı, iyi niyetli, uslu, akıllı filan değildir herhalde.
Hep söylenir ama bir türlü yapılmadığı için bu musibetten kurtulamadık galiba: ‘Sallandıracaksın Taksim Meydanında bunlardan bir kaç tanesini, bak o zaman bir daha böyle şeyler oluyor mu?’.
‘Bir kaç tanesi’ derken, gazetecileri kastetmiyorlar değil mi?
(SON/RD)
(Telefonla yapılan bir söyleşinin bilahare genişletilmiş yazılı versiyonu)
Türk egemen medyası, özellikle televizyon kanallarının çoğu, Güngören’de meydana gelen patlamayla ilgili görüntülerinde, yine ölçüyü kaçırdı, etik kuralları ihlal etti ve gösterilmemesi gereken ceset, kanlı ve yaralı yurttaşları gösterdi. Söz konusu kanalların bu terörist eylemin propagandasını yapmak gibi amaçları olduğunu düşünmüyorum. Ama bence iki temel neden sözkonusu:
Birincisi, TV kanalları arasındaki rekabet, haber içeriğinin kalitesi değil sürat alanında gerçekleşiyor. ‘Önce ben verdim’ demek onlar için çok önemli. Yayınlanan haberin doğru olup olmaması onlar için birinci derecede önemli değil, çünkü onlar esas olarak haberi ilk önce, en hızlı, hemen, şimdi, az sonra vermenin derdindeler. Neredeyse haber yanlış da olsa önce biz verdik diye övünecekler.
Bu konuda anlamlı iki slogan var: Biri CNN’in diğeri BBC’nin. İkisi de Anglo-sakson ekolün medya organları olmasına rağmen, habercilik konusunda neredeyse zıt anlayışlara sahipler. CNN, ‘Be the first to know’ diyor. Yani, ‘Haberi önce siz öğrenin’. Burada öne çıkarılan şey, zaman, sürat...Haber doğru mu yanlış mı, o herhalde ikinci sırada önemli bir konu! Acele edin, hemen öğrenin...Belki öğrendiğiniz doğrudur!?
Diğer slogan BBC’nin. O da ‘Putting the news first’ yani ‘Haberi öne çıkaralım’. BBC, sürate değil, bir gazetecilik ürünü olarak haberi ön plana çıkarıyor. Zaten BBC bu sloganla aslında biraz da CNN’e cevap veriyor.
İşte bizde de televizyon kanalları arasında yarışma/rekabet, doğru/yanlış haber temelinde değil, erken/geç haber temelinde gerçekleşiyor. İnternet sitelerinde hatta gazetelerde de önemli olayların ardından yayınlanan haberlerde, ‘Olayı ilk önce X kanalı duyurdu’ başlığı kullanılır. Rekabet süre temelinde yapılınca kaçınılmaz olarak haber kalitesini denetlemek için pek zaman kalmıyor. HSBC’ye yönelik bombalı saldırıda olsun daha önce Gazi Mahallesi olaylarında olsun, kameramanların olay yerindeki çekimleri hiç bir editörün filtresinden geçmeden, naklen yayında ekranlara yansımıştı. Editörle izleyici o sahneleri ilk kez aynı anda görüyorsa, burada editörün işlevi berhava edilmiş demektir.
Aklıma yakın zamandan bir örnek daha geldi: Bir haber kanalında, Dağlıca baskının hemen ardından, Bursa’da bir grup milliyetçinin Kürt yurttaşlara ait dükkanlara taşlı-sopalı saldırı haberi ve görüntüsü geldiğinde oturup editör arkadaşlar kendi aralarında tartışmışlar ve sonra bu haberi yayınlamama kararı almışlar. Ben, çok sonra bu editörlerden biriyle konuştum. Kararın gerekçesini sordum. Dedi ki, ‘Ortam acaip gergindi. Dağlıca’da çok sayıda asker şehit edilmişti. Bursa’daki Kürt karşıtları da, Dağlıca’daki PKKlılarla hiç bir ilişkisi olmayan ama sadece Kürt oldukları için hedef tahtası yapılan, dükkanları saldırıya uğrayan insanlara yönelmişti. Bu haberde çok fazla şiddet vardı. Ayrıca haber başka bölgelerdeki milliyetçi grupları da teşvik edebilir, cesaretlendirebilirdi. Kötü bir örnekti yani...Bu nedenlerle yayınlamadık’. Tartıştık ve sonuç olarak ben de meslekdaşıma hak verdim. Çünkü ‘Doğru ve gerçek olan her olay, haber olarak yayınlanır’ diye bir kural yok. Ama habercilik şiddeti yaymaya, özendirmeye, teşvik etmeye teşne bir haber ise, burada durup düşünmek gerek. Çünkü habercilik, kamu çıkarı için yapılır. Kamu çıkarının önemli bir boyutu da kamu güvenliğidir. Bu tür haberlerde çok ince bir denge var: Bir yandan yurttaşın özgürce haber almasına hizmet edecek gazeteci, bir yandan da kamu yararını gözetecek. Nadir de olsa, bu iki gereksinim/koşul arasında uzlaşmaz bir çelişki olabiliyor. O zaman da yurttaşın özgür haber alma hakkından feragat etmek gerekebilir.
Kuşkusuz bir tek kanalın bu haberi vermemesi çok anlamlı olmayabilir. Ama meslek içi dayanışma olsa idi ve tüm kanallar kendi aralarında aldıkları ortak bir kararla bu haberi yayınlamasalardı, dayanışmanın anlamı ve önemi ortaya çıkardı.
Güngören patlamasını Bursa örneğinde olduğu gibi hiç görmemek, tabi ki söz konusu değil. Ama mesela benim izlediğim NTV’de sunucu, sık sık ‘Olay yerinden çok korkunç görüntüler geliyor ama bunları yayınlamıyoruz’ diyordu. Bu açıklamayı yapmak zorunda kalması bile aslında o zamanla yarış ve anlamsız rekabetin pençesinden tam olarak da kurtulunamadığını gösteriyor. Yayınlamıyorsan, bir de özel olarak yayınlamadığını söylemene gerek yok aslında. Ama gizliden gizliden rakiplere de mesaj var bu uyarıda: Bakın bu görüntüler bizde (de) var ama biz etik kurallar gereği yayınlamıyoruz, demek istediler galiba.
İkinci temel nedene geleyim: Şiddet, kan, kopuk kol bacak anormal şeylerdir. Dolayısıyla da ilgi çeker, merak uyandırır. Ve reyting yapar. Güngören’de yaşanan şiddetin on misli şiddet, aslında her gün televizyonlarda, filmlerde (Fiction) var. Ama o şiddet kurgusal, Güngören ise hakiki...Vurdulu kırdılı filmler, terörist avcısı kahramanların filmleri, Rambolar, Terminatörler filan hep ekranlarda. İnternet oyunlarında da çok şiddet var. Sanal ya da kurgusal alandaki şiddet,bu kadar ilgi çektiğine göre, hakiki hayattaki şiddet kim bilir ne kadar ilgi çeker? diye düşünüyor bazı editörler herhalde. Güngören ve benzeri hakiki terör olaylarının görüntüleri, simülasyonu gerçeğe dönüştürüyor, kurgusalın, sanalın şiddetini hakikileştiriyor. Sıradan izleyici ‘Vay be tıpkı filmlerdeki gibi!’ ya da ‘Vay canına demek ki filmlerde gördüklerimiz hakikaten oluyormuş’ yanılsamasına kapılıyor.
Türk egemen medyası bu konuda sabıkalı. Eskiden beri bu şiddet ve kan sahnelerine meraklı. Batı medyası da belki biraz daha ince davranıyor olabilir ama orada da bu sorun var. Onlar, özellikle Amerikan medyası, televizyonlarının resim seçicileri, gerçekten seçici davranıyor. Hatırlayalım: Amerikan televizyonları Irak’ta öldürülen Amerikan askerlerinin bırakın cesetlerini, tabutlarını bile ekrana getirmedi hiç. İlkeye çok mu saygılı? Yoo değil. Çünkü Saddam’ın oğulları vurulduğunda tekrar tekrar bu delik deşik edilmiş cesetleri bütün dünyaya yaydılar,kendi ekranlarında da yayınladılar. Neden mi? Her haber, her görüntü, isteseniz de istemeseniz de siyasi-ideolojik-kültürel bir amaca hizmet eder. Bilinçli ya da bilinçsiz...Saddam’ın oğullarının cesetlerinin görüntüleri hakkında o zaman ‘Cesedin Görüntüsü/Görüntünün Cesedi’ başlıklı bir yazı yazmıştım www.bianet.org’da. Bu konuda önemli bir kitap, imaj felsefecisi Marie-José Mondzain’in ‘L’İmage peut-elle tuer?’dir (Görüntü öldürebilir mi?)
Gazete sayfalarındaki her haber, her fotograf, her karikatür, her illüstrasyon, belki öyle her zaman çok ince eleyip sık dokunmasa da, mutlaka bir siyasi-ideolojik-kültürel mesaj içerir. ABD medyası, Saddam’ın oğullarının cesetlerinin görüntüsünü ya da Saddam’ın idam görüntülerini yayınlarken, açıkça mesaj veriyor: ‘Bana karşı çıkmayın, yoksa sonunuz iste böyle olur’. Aynı ABD medyası, Felluce’de ajan oldukları iddiasıyla yakalanıp, vucutları iple birer aracın arkasına bağlanıp sürüklenen Amerikalı iş adamlarının görüntülerini tabi ki yayınlamaz. Yayınlarsa, Irak Direnişinin mesajını taşımış olur: ‘İşgalci ya da ajansan sonun işte böyle olur’.
Bu olumsuzluğu gidermek için ne ya da neler yapmak lazım? Batı’da ombudsman, Basın Konseyi, Gazeteciler Odası tüzüğü yaptırımı hatta basın polisi gibi çözümler önerildi. Hiç biri soruna gerçek çözüm bulamadı. Bence değişimi, olumlu ortamı yaratabilecek iki kesim var. Gazeteciler, yani muhabirler ve editörler, kurala riayet edecek, haberi verirken, şiddet övgüsü anlamına gelecek cümle ve görüntülere yer vermeyecek. Ayrıca rakipleriyle zaman/süre alanında değil, haberin içeriğinin kalitesi, ayrıntısı, doğruluğu temelinde yarışacak. Bunu sağlayabilecek yegane güç de ne ombudsman ne de Basın Konseyi (Hele bizdeki!). Toplumun kendisi yani okur, yani yurttaş da bu şiddetli ve kanlı sahne ve içeriklere karşı çıkarsa, bunları yayınlayanları protesto ya da boykot ederse medya yöneticileri de mecburen daha düzgün davranmak zorunda kalacaklar.
Gerçi Türkiye, Orta Asya döneminden bugüne hala çok fazla şiddet içeren bir ülke...Toplumsal temayüllerin de daha barışçı, daha yumuşak hale gelmesi için siyasilerin, kamu önderlerinin yapması gereken çok şey var. ‘Kurşun atan da yiyen de şereflidir’ demiş bir Başbakanımız vardı. Kimi milletvekilleri düğünde ya da maç zaferi kutlamalarında havaya şarjör boşaltıyor. Küçük bir fikir anlaşmazlığı bile kısa bir süre sonra tekmeli tokatlı kavgaya dönüşebiliyor bu memlekette. ‘Dayak cennetten çıkmadır’, ‘Öğretmenin vurduğu yerde gül biter’ ya da ‘Kızını dövmeyen dizini döver’ diye atasözlerimiz var.
Bir toplumun halkı, kaçınılmaz olarak o ülkenin devletinden, medyasından, geleneklerinden öyle çok da barışçı, iyi niyetli, uslu, akıllı filan değildir herhalde.
Hep söylenir ama bir türlü yapılmadığı için bu musibetten kurtulamadık galiba: ‘Sallandıracaksın Taksim Meydanında bunlardan bir kaç tanesini, bak o zaman bir daha böyle şeyler oluyor mu?’.
‘Bir kaç tanesi’ derken, gazetecileri kastetmiyorlar değil mi?
(SON/RD)
Yorumlar