Ana içeriğe atla

GERÇEK ÖTESİ NEYİN NESİ?


Aslında yeni bir şey değil. Yalanın, ajitasyon-propagandanın, disinformation/misinformationun manipülasyonun ya da malinformation’un yeni adı. Hakiki Gerçek’e karşı iktidarın kendi gerçeğini dayatması… (*)


Öncelikle Post-Truth (gerçek-sonrası) nedir? Bir trend mi, kavram mı, çağ mı?

Gerçek ötesi ya da sonrası hem bir trend, bir kavram hem de bir dönemin önemli özelliklerinden biri. Aslında bir siyaset ve medya kültürü sözcüğü/deyimi. Her dönem kendine has bir terminoloji yaratır. Kapitalizmin neo-liberal basamağı, nasıl ‘’vizyon’’, ‘’misyon’’, ‘’krizden fırsat çıkarmak’’ gibi sözcükler-sloganlar yarattıysa, aslında sadece bir iktisadi düzen olmayan, bir ideoloji olan Neo-liberalizmin gerileme devrinde de ‘’Post-Truth’’, ‘’alternative facts’’ gibi sloganlar üretiliyor.

Ne anlama geliyor?

Gerçek, Neo-liberal dünyanın bu aşamasında artık rahatsız edici bir hale geldi. Kapitalizmin tüm öngörü ve önmüjdeleri fos çıktı. Dünyada herkes iş, ev, araba, yazlık sahibi olacaktı. Çocuklarını iyi okullarda okutup güzel adalarda tatile gideceklerdi. Kapitalizm,  işçiler, köylüler dahil herkese cennet vaat ediyordu. Bunların hiç biri gerçekleşmedi. Üstelik dünya, kapitalizm yüzünden korkunç bir savaşlar, açlar, evsiz-barksızlar, mülteciler, işsizler dünyası haline geldi. Hepimizin yaşadığı, gözle görülen, elle tutulan, kayda geçen gerçek bu. Bu gerçek de kapitalizmin sahtekarlığını hatta iflasını teşhir ediyor. Bu nedenle dünyanın hakimleri, ‘’Bu gerçeği geçmek gerek! Takılmayalım bu gerçeğe daha fazla…Sonrasına bakalım, ötesine geçelim’’diyor.   Mevcut gerçeği aşmak için de duygulardan yararlanıyor  geç neo-liberal ideologlar.

Neyi ikame etti, hangi kavramın, trendin, çağın yerini aldı? (Post modernizmin mi?)

Aslında Habil’le Kabil’in kapışmasından beri var post-truth… Dönem dönem isim ve biçim değiştiriyor sadece. Eskiden biz bu duruma kısaca ‘’yalan’’ diyorduk. Diplomatik dilde ‘’Gerçeği tam olarak yansıtamayan bir durum…’’. Siyaset kültüründe,  matbuat ve basın döneminde adı ‘’Propaganda’’ idi. Kısa vadelisine de ‘’Ajitasyon’’ derdik.  Baudrillard ‘’Simülasyon’’ dedi.
Post-Truth  aslında tipik bir medya ürünü. Özellikle de internet’in ve sosyal medyanın ürünü.
Neo-liberalizmin ilk dönemi (Reagan-Thatcher-Özal yani 80li yıllar, yani Yeni Dünya Düzeni) medyanın da yıldızının parlatıldığı dönemdi. Tesadüf değil. Medyanın asıl işlevi, ‘’miş gibi’’yi iktidara getirmekti.  Yani Hakiki Gerçek’i , iktidarın çıkarları doğrultusunda eğip büküp, Sanal Gerçek’te bambaşka bir şekilde göstermekti/temsil etmekti. Şimdi Post-Truth aşamasında bu işlem son aşamasına geldi. Hakiki Gerçek’i tahrif etmeye gerek kalmadı (Çünkü olmuyor). İktidar, kendine uygun yeni bir Gerçek yaratmak zorunda kaldı. Buna da Post-Truth adını verdi.Çünkü medya marifetiyle yaygınlaştırılan sahte imajlar, artık Hakiki Gerçek karşısında etkisini kaybetmeye başladı. Yeni bir sahte ‘’Gerçek’’ yaratmak lazımdı. Örnek: Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir işçinin, iktidarın ‘’Biz dünyanın 17. büyük ekonomisiyiz’’ yalanına inanması imkansız. İşçi, gazetede okuduğuna, televizyonda gördüğüne,  Cumhurbaşkanının nutuklarına değil, günlük yaşamda tanık olduğu  acı gerçeklere inanıyor. Çünkü o acı gerçekleri bizzat yaşıyor. Bayrak, vatan, millet nutukları karın doyurmuyor.

Neye ihtiyaç duyduk da dünya böyle bir noktaya evrildi? Post-Truth kavramı kitlelerin hangi ihtiyacını karşılıyor?


Kitelelerin ya da daha doğru bir deyişle yurttaşın, insanın, bireyin esas ihtiyacı gerçek. Evinde, mahallesinde, kentinde, ülkesinde ne olup bittiğini öğrenmek istiyor. Bu bilgiye sahip olursa, sorumlu, bilinçli bir yurttaş olarak toplumun bir bireyi olacak. Siyasi, ideolojik, ekonomik, sosyal tercihlerini bu gerçeğe göre belirleyecek/seçecek. İhtiyaç duyan ‘’Biz’’ değiliz. Toplumu yönetmeye çalışan iktidarın bir dizi ihtiyacı söz konusu. Zaten Post-Truth’u da ‘’Biz’’ yani kitleler, bireyler, yurttaşlar icad etmedi. İktidarın bir ürünü bu.

Bu akımın en büyük temsilcileri kimler?


Akım, evet doğru, bu ideolojik akım bu haliyle nispeten yeni. İlk kullanımı 90’lı yılların başına denk geliyor. Önce, dar bir çevrede, Amerikan  Yeni Muhafazakar  kamuoyu oluşturucuları /ideologları çevresinde  gündeme geldi. Gökten zembille inmedi. Huntington, Fukuyama gibi ideologların, ‘’İdeolojiler Bitti’’, ‘’Tarih Bitti’’, ‘’Medeniyetler Çatışması’’ tezlerini doğrulamak, güçlendirmek için iyi bir malzeme, kullanışlı bir deyim oldu Post-Truth. İlginçtir, neo-liberal ideolojinin Fransız perspektifli eleştirisi olan ‘’Tek Düşünce’’ daha çok teşhir işlevini üstlenmişti bu kapışmada. Post-Truth’un en büyük temsilcileri, doğal olarak en büyük iktidarların sahipleri, sözcüleri, temsilcileri. Yani Trump, yani Brexit sürecinde May, yeniden süper devletin Başkanı olmak isteyen Putin, kenarda kıyıda da olsa Erdoğan…
( Fake:‘’Türkiye basın özgürlüğü konusunda Batı’dan ileri!’’. News: Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi!’’). Dikkat ederseniz bu saydığım devletler, hem büyük ya da orta çaplı devletler, ama aynı zamanda büyük sorunlarla boğuşmak zorunda olan devletler. Refah devleti kurmak isteyen bir İsveç’in mesela Post-Truth’a pek ihtiyacı yok. 

Post-truth siyasetten başka bir alana yayılabilir mi? Mesela sanatta böyle bir akım var mı? Mümkün mü?

Esas olarak siyaset ve medyada boy gösteren Post-Truth, insanların gerçekle ilişkisini düzenlemeye çalışan bir mekanizma. Somut gerçeği inkar edip, pas geçip, onu tahrif etmek/değiştirmek için, soyut duyguları ön plana çıkarıp yeni bir algı, yeni bir gerçek yaratmak amacında. Sanatın gerçekle ilişkisi, siyasetin özellikle de medyanın gerçekle ilişkisinden çok farklı. Sanattan ille de gerçekçi olması beklenmez. Böyle bir kural yok. Hatta sanat, gerçeği değiştirme üzerine kurulu bir alan. Ama mesela sporda Post-Truth girişimlerine eskiden beri rastlarız: Futbolda, lig bitmiştir, bir takım ancak ikinci olmuştur. Ama o takımın taraftarları ya da medya bu takıma, ‘’Gönüllerin Şampiyonu’’ sıfatını uygun bulur. Böylelikle taraftarlar kendilerini başka bir kategoride de olsa şampiyon hisseder. Ne var ki ‘’Gönüllerin Şampiyonu’’na ne kupa verirler, ne de bir sene sonra uluslararası bir turnuvaya katılma hakkı…
Akademide Post-Truth olabilir: Yalan dolanla, ondan bundan çalarak yani intihalle doktora yazıp, akademik bir ünvan kazanabilirsiniz. Ya da  ‘’İç Hastalıkları Uzmanı Doktor’’ diye kartvizit bastırıp muayenehane açabilirsiniz. Her iki örnek de geçicidir. Bir süre sonra Post-Truth’un  yalan ve sahte olduğu açığa çıkar. Bilimde ise Post-Truth olamaz. Çünkü bilimin bizatihi kendisi gerçeğe, Hakiki Gerçek’e dayanır. 


The Guardian yazarı, tarihçi Timothy Garton Ash, ‘Post-Truth’ yerine ‘Post Fact’ demeyi tercih ediyor. Bunu daha doğru buldum ben de çünkü olguların yerini yalanlar alıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Gerçek Ötesi ile Olgu Ötesi aynı kategorinin deyimleri değil. Dolayısıyla birbirlerinin yerine geçebilecek kavramlar değil.  Çünkü Gerçek ile Olgu aynı ya da benzer anlamı taşımıyor, aynı tanıma, aynı işleve sahip değil. Gerçek, felsefi ve ideolojik, olgu ise somut ve daha toplumsal bir kavram. Ne var ki  Gerçek Ötesi yaklaşımda, Olgu’yu inkar etmek esas… Belki pedagojik olarak Olgu Ötesi, somut olduğu için, Gerçek Ötesinden daha kolay anlaşılır bir kavram. Ama her Olgu Ötesi, Gerçek Ötesi olmadığı gibi, her Gerçek Ötesi de Olgu Ötesi değildir, olmayabilir de. İki farklı kavram bunlar. Gerçek’in zıttı ya yerine konmaya çalışan şey evet Yalan. Ama Olgu’nun yerine konmaya çalışılan şey, yalan değil, başka bir Olgu ya da bir duygu…

Gerçek nasıl yalana yenik düşebilir? Bunu sağlayan ne? Hem de olaylar tarihte ilk defa videolar, tv, sosyal medya sayesinde bu kadar ‘görünürken’? Gözlerimizin yerini nasıl kulaklarımız alıyor? Bilginin yerini inançlar alıyor?

Bourdieu’nün yakın çalışma arkadaşlarından Champagne, medyayı ve gazetecileri tahlil ettiği ‘’Çifte Bağımlılık’’  kitabında çok güzel anlatıyor: İnsanlar, medyayı yeni bir bilgi edinmekten çok, daha önce bildiklerini ve inanmak istediklerini doğrulamak için izliyor. Tam da sizin kullandığınız sözcüklerle Express dergisinde (Mart 2017, sayı 150) ‘’İnanmak ve Bilmek’’  başlıklı bir yazı yazmıştım.
İmaj Felsefesinin en önemli akademisyeni sayılan Marie José Mondzain, son kitabı ‘’Müsadere’’de, iktidarın ‘’Sözcüklere, Görüntülere ve Zamana’’ nasıl el koyduğunu, bir korsan gibi bu alan ve kavramları fethedip, içerik ve anlamlarını ya boşalttığını ya da yeni anlamlar yüklediğini anlatıyor. Gerçek, geçici olarak yalana yenik düşüyor. Medyanın bombardımanı sadece gerçeği yansıtmıyor ki, hatta medyanın saldıklarının önemli bir kısmı Fransızca ‘’İnfaux’’ yani ‘’Fake News’’ yani Yalan Haber.
Bilgi zordur, zahmetlidir, temasa geçmek emek ister. İnançsa, neredeyse bedava, tembel işi, ayrıca rahatlatıcı bir işlevi de var.
Mesele sadece göz ve/veya kulak değil. Görüntünün ve sesin gerçek olup olmadığı.


Bu dönemle mücadele yolları neler? Gerçeği nasıl yaygınlaştırabiliriz?
Kişiler tek tek ne yapabilir?  Kitleler birlikte ne yapabilir?

Ben medya ile uğraşan biri olarak, klasik/geleneksel gazetecilik/habercilik kural ve reflekslerinden yanayım. Şimdilerde yaygınlaşan ‘’Fact Checking’’ (Olgu Denetleme), işin sadece teknik yanının çözümüne katkıda bulunabilir. Bir haberde isimlerin, tarihlerin, olguların doğru olması, haberin tümünün doğru olması için gerekli ama yeterli değil. Haberin tabi ki önce doğru olması lazım. Sonra kamu çıkarını savunması lazım. Dengeli, güvenilir ve inandırıcı olması şart. Konuya ilişkin tüm tarafların bilgi ve görüşlerini eklemek gerek. Uslubun nefret dilinden uzak, toplumsal cinsiyet alfabesine uygun olması lazım. Haber sadece akıl işi değil biraz da gönül işi. Yani haberin ideolojik yanını unutmamak gerek.
Tek tek yurttaşlar olarak, mümkün olduğunca, denenmiş/sınanmış fazla sayıda kaynağa başvurup, her habere mutlaka eleştirel bakmamız gerekir. Yıllar önce Neil Postman (Televizyon Öldüren Eğlence) yurttaşın medya karşısında alması gereken önlemleri kalem kalem izah etmişti.Medya okur-yazarlık bilgi ve bilinci yüksek olan yurttaşların, benimsedikleri gazete-radyo-TV-İnternet sitesi çevresinde Okur Klübü olarak örgütlenmesi, medyasına sahip çıkması, onu desteklemesi ve denetlemesi  ilk akla gelen önlemler.


(*) Işıl Cinmen’in yaptığı bu söyleşinin edit edilmiş bir versiyonu, ‘’Son Kullanma Tarihin Geçti mi Gerçek?’’ başlığıyla TUHAF dergisinin Haziran 2017 sayısında yayınlandı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla