TARİH: “İLK BAKIŞTA” VE “SON BAKIŞTA”
Tarih ilk bakışta geçmişin bilimi gibi görünse de aslında geleceğin dikiz aynası. Anlamadığımız birçok şeyi, kıyaslama yaptığımızda anlar gibi oluruz. Biraz da deşince hakikaten anlarız. Post-truth modası çıktı ya şimdi. Bizde post da yok, truth ise hiç olmadı ki…
AKP kurulduktan kısa bir süre sonra iktidara gelmişti, ama o zamanlar kendileri bile siyasi-ideolojik kimliklerini tam olarak belirleyememişlerdi. Gerçi, başta Erdoğan olmak üzere, partinin üst yönetiminin uzun vadeli planları vardı, ama bu stratejiyi ne zaman ve nasıl uygulamaya sokacaklarını kestiremiyorlardı. İstanbul’da Cevahir Konferans salonunda bir seminer düzenlediler. Halka açık bir toplantıydı. Türkiye’de AKP’ye yakın sayılabilecek siyasal bilimciler, hukukçular, sosyologlar katıldı. Avrupa’dan da üçüncü sınıf birkaç akademisyen vardı. AKP kendine, dışarı karşı savunabileceği, içinde tutarlı, seçimlerdeki başarısını sürdürebilecek bir kimlik, bir etiket, bir nitelik arıyordu. Hristiyan-Demokratlara nazire, Müslüman-Demokrat terimi telaffuz edildi, ama pek rağbet görmedi. İslâmi görünmek istemiyordu, sağcılığını da saklamak istiyordu, öyle halkçı, toplumcu bir imaj da işine gelmiyordu. Sonunda, siyasal bilimler literatüründe bulunmayan bir deyim icat ettiler: Muhafazakâr Demokrat.
Prof. Ali Yaşar Sarıbay toplantıdaydı ve itiraz etti. Mealen dedi ki: ‘’Demokrasi, dünyanın gidişatına, toplumun taleplerine göre sürekli olarak ilerleyen/değişen bir kavram, bir rejim. Muhafazakârlık ise statükodan yana. Dolayısıyla ikisi bir arada pek olmaz.’’ Kimse kulak asmadı.
Aradan yıllar geçti, AKP’nin demokratlığının da muhafazakârlığının da, bir reklam sloganı olduğunu gördük, yaşadık.
AKP’nin son 14 yılda yaptıklarına baktığımızda, muhafaza ettiği bir tek kalem bile sayamıyoruz. Yüzlerce insan öldürüldü, hukuku darmadağın etti, çevreyi yaktı yıktı, şehirleri haritadan sildi, ekonomiyi mahvetti, eğitimi berhava etti, diplomasi yerlerde… Bugün her şey 14 yıl öncesine oranla daha kötü durumda. Bu nedenle AKP muhafazakâr filan değil, apaçık gerici, hatta karşı-devrimci bir parti.
İktidarın, ilk başlarda, demokratlıktan anladığı tek şey, başörtüsüydü. O meseleyi de allem kallem, bir şekilde çözdüler, sonrasında demokratlık rafa kalktı.
Bugün sadece sosyal medyada değil, aydınların,solcuların günlük muhabbetlerinde de, sık sık Nazi Almanya’sına göndermeler sizin de dikkatinizi çekiyor değil mi?
Nürenberg duruşmaları...
Hitler çok insanı belki öldürmüş olabilir ama çok güzel otoyollar yaptı...
Yahudilerin yakıldığından haberimiz yoktu…
Bir de meşhur fotoğraf: Bir Nazi gösterisinde herkes sağ elini uzatmış selam veriyor. Ortada bir tek adam, kollarını bağlamış, Nazi selamı vermiyor. Bugünlerde biz, o adam gibiyiz sanki…
Çocuklarımıza, torunlarımıza gururla söyleyebileceğimiz cümleler var: İktidara boyun eğmedik. Haksızlığa, hukuksuzluğa karşı çıktık. Bu nedenle hapse atıldık, işimizden olduk, sürgüne gittik…
Bir de unutmayalım: Tarih, o fotoğrafta Nazi selamı veren binlerce insanı kaale almaz. Ortada Nazi selamı vermeyeni yazar büyük harflerle. (Bu da bizim tesellimiz şimdilik).
Ne diyor Renaud, Les Mots (Kelimeler) şarkısında:
“Şiirler, şarkılar, bildiriler götürür sizi güzel dünyalara
Hep yepyeni ufuklara, sürülerden uzaklara
Çocukların kalbine değmek için yeter iki-üç kelime
Hıçkıra hıçkıra ağlarken hayatınız kaydığında
Sakinleştirir sizi hayatınız kaydığında
Gökten gelen bir yetenek, bir lütuf bu
Pek de berbat değil hayatın
Sıkıntılardan uzakta meleklerin yanı başındasın...”
Bugün neden bu hale geldik? Düşünürken, iki an geldi aklıma...
10-15 yıl önce İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin (Celil Kadani) kampına gitmiştik, Irak sınırına yakın bir bölgede. 50-60 yaş grubundan kıdemli gerillalar karşılayıp ağırlamıştı bizi. Yer sofrası kuruldu. Üç-dört dil konuşuluyordu o sohbette. Adamlar Paris’te, Londra’da, Berlin’de, Tahran’da filan doktora yapmışlar. Dağa çıkacaklarına rejime boyun eğseler İran’da adı sanı bilinen şahsiyetler olacaklardı. Ama gerilla olmayı tercih etmişler. Çok olgun, ağırbaşlıydılar; ince bir mizah vardı neredeyse her söylediklerinde. Farsî etkisi. Slogan yoktu konuşmalarında. Derin tahliller vardı, sade cümlelerle ifade ettikleri. Kendilerinden emindiler. Hoşgörülü ve sevimliydiler. Kavgacı değillerdi.
Benzeri bir manzaraya çok daha yakın bir zaman diliminde Selanik’de tanık oldum. Bir derginin editörü, iki çevirmen, bir öykücü, bir de doktor sohbet ediyorduk dergi yazıhanesinde. Hepsi
Türkiye ve tabii kendi ülkeleri konusunda çok bilgili insanlar. Derin bir tartışmaya daldık. Onlarda da vardı o ince mizah. Onlar da olgun ve ağırbaşlıydılar. Bir oturmuşluk, bir sükûnet, bir rahatlık vardı hareket ve sözlerinde. Üçünün babası Yunanistan İç savaşında gerilla olmuşlardı. Gerilla olmak tayin edici değil. Gerilla olmadan da olgun, derin, ağırbaşlı olabiliyor devrimciler. Neyse…
İran KDP’sinin kampıyla Selanik’deki bu ortak manzaranın sırrını çözdüm galiba. İran dediğimiz beş bin yıllık bir medeniyet, bir kültür ve bir devlet. Mesela İran sineması da aynı kaynaklardan besleniyor. Şah’la Humeyni de başka pınarlardan.
Yunanistan, evet bugün ekonomik krizin sıkıntılarını çekiyor ama, Batı medeniyetinin en önemli ayağı değil mi Antik Yunan? Matematiği kim geliştirdi? Felsefeyi kimler olgunlaştırdı? Avrupa kültürünün kaynakları için kimileri “Judéo-Chrétien” der, kimileri ise “Gréco-Romain”. Yani İran ve Yunanistan’da filizlenmiş
iki yerleşik, kadim ve köklü kültür, bugün hâlâ bir dizi özelliğini koruyabilmiş bu iki ülkede.
İran KDP’siyle ya da Selanik’deki muhabette, milliyetçilik, kasılma, şişinme, küfür, hakaret hiç yoktu. Yalakalık, gevşeklik, şımarıklık ve tekdüzelik de namevcuttu. Herkes iktidar karşıtıydı. Her bir insan, başlı başına özerk/bağımsız bireydi, sürünün koyunlarından biri değildi. İnsanlar doğal davranıyordu, hesap kitap yapmıyorlardı. Gösteriş hiç yoktu. Tevazu vardı her yerde. İyi eğitim almış insanlardı. Hem doğu hem de batı kültürüne vakıftılar.
At üzerinde yağma-talanla Avrupa’ya gelenlerin de, tabii ki kurduğu bir medeniyet, yarattığı bir kültür var. Ötekilerden oldukça farklı bir kültür ve medeniyet ne yazık ki…
(Hakim bey, hayır, herhangi bir şekilde suç işleme amacım, niyetim, kastım yoktur…)
Hamiş: El-Bab’da bir Türk bir Türkü neden yakarak öldürür? Ve Türk egemen medyası bunu neden gizlemeye çalışır?
* Express dergisi, Ocak 2017
Tarih ilk bakışta geçmişin bilimi gibi görünse de aslında geleceğin dikiz aynası. Anlamadığımız birçok şeyi, kıyaslama yaptığımızda anlar gibi oluruz. Biraz da deşince hakikaten anlarız. Post-truth modası çıktı ya şimdi. Bizde post da yok, truth ise hiç olmadı ki…
AKP kurulduktan kısa bir süre sonra iktidara gelmişti, ama o zamanlar kendileri bile siyasi-ideolojik kimliklerini tam olarak belirleyememişlerdi. Gerçi, başta Erdoğan olmak üzere, partinin üst yönetiminin uzun vadeli planları vardı, ama bu stratejiyi ne zaman ve nasıl uygulamaya sokacaklarını kestiremiyorlardı. İstanbul’da Cevahir Konferans salonunda bir seminer düzenlediler. Halka açık bir toplantıydı. Türkiye’de AKP’ye yakın sayılabilecek siyasal bilimciler, hukukçular, sosyologlar katıldı. Avrupa’dan da üçüncü sınıf birkaç akademisyen vardı. AKP kendine, dışarı karşı savunabileceği, içinde tutarlı, seçimlerdeki başarısını sürdürebilecek bir kimlik, bir etiket, bir nitelik arıyordu. Hristiyan-Demokratlara nazire, Müslüman-Demokrat terimi telaffuz edildi, ama pek rağbet görmedi. İslâmi görünmek istemiyordu, sağcılığını da saklamak istiyordu, öyle halkçı, toplumcu bir imaj da işine gelmiyordu. Sonunda, siyasal bilimler literatüründe bulunmayan bir deyim icat ettiler: Muhafazakâr Demokrat.
Prof. Ali Yaşar Sarıbay toplantıdaydı ve itiraz etti. Mealen dedi ki: ‘’Demokrasi, dünyanın gidişatına, toplumun taleplerine göre sürekli olarak ilerleyen/değişen bir kavram, bir rejim. Muhafazakârlık ise statükodan yana. Dolayısıyla ikisi bir arada pek olmaz.’’ Kimse kulak asmadı.
Aradan yıllar geçti, AKP’nin demokratlığının da muhafazakârlığının da, bir reklam sloganı olduğunu gördük, yaşadık.
AKP’nin son 14 yılda yaptıklarına baktığımızda, muhafaza ettiği bir tek kalem bile sayamıyoruz. Yüzlerce insan öldürüldü, hukuku darmadağın etti, çevreyi yaktı yıktı, şehirleri haritadan sildi, ekonomiyi mahvetti, eğitimi berhava etti, diplomasi yerlerde… Bugün her şey 14 yıl öncesine oranla daha kötü durumda. Bu nedenle AKP muhafazakâr filan değil, apaçık gerici, hatta karşı-devrimci bir parti.
İktidarın, ilk başlarda, demokratlıktan anladığı tek şey, başörtüsüydü. O meseleyi de allem kallem, bir şekilde çözdüler, sonrasında demokratlık rafa kalktı.
Bugün sadece sosyal medyada değil, aydınların,solcuların günlük muhabbetlerinde de, sık sık Nazi Almanya’sına göndermeler sizin de dikkatinizi çekiyor değil mi?
Nürenberg duruşmaları...
Hitler çok insanı belki öldürmüş olabilir ama çok güzel otoyollar yaptı...
Yahudilerin yakıldığından haberimiz yoktu…
Bir de meşhur fotoğraf: Bir Nazi gösterisinde herkes sağ elini uzatmış selam veriyor. Ortada bir tek adam, kollarını bağlamış, Nazi selamı vermiyor. Bugünlerde biz, o adam gibiyiz sanki…
Çocuklarımıza, torunlarımıza gururla söyleyebileceğimiz cümleler var: İktidara boyun eğmedik. Haksızlığa, hukuksuzluğa karşı çıktık. Bu nedenle hapse atıldık, işimizden olduk, sürgüne gittik…
Bir de unutmayalım: Tarih, o fotoğrafta Nazi selamı veren binlerce insanı kaale almaz. Ortada Nazi selamı vermeyeni yazar büyük harflerle. (Bu da bizim tesellimiz şimdilik).
Ne diyor Renaud, Les Mots (Kelimeler) şarkısında:
“Şiirler, şarkılar, bildiriler götürür sizi güzel dünyalara
Hep yepyeni ufuklara, sürülerden uzaklara
Çocukların kalbine değmek için yeter iki-üç kelime
Hıçkıra hıçkıra ağlarken hayatınız kaydığında
Sakinleştirir sizi hayatınız kaydığında
Gökten gelen bir yetenek, bir lütuf bu
Pek de berbat değil hayatın
Sıkıntılardan uzakta meleklerin yanı başındasın...”
Bugün neden bu hale geldik? Düşünürken, iki an geldi aklıma...
10-15 yıl önce İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin (Celil Kadani) kampına gitmiştik, Irak sınırına yakın bir bölgede. 50-60 yaş grubundan kıdemli gerillalar karşılayıp ağırlamıştı bizi. Yer sofrası kuruldu. Üç-dört dil konuşuluyordu o sohbette. Adamlar Paris’te, Londra’da, Berlin’de, Tahran’da filan doktora yapmışlar. Dağa çıkacaklarına rejime boyun eğseler İran’da adı sanı bilinen şahsiyetler olacaklardı. Ama gerilla olmayı tercih etmişler. Çok olgun, ağırbaşlıydılar; ince bir mizah vardı neredeyse her söylediklerinde. Farsî etkisi. Slogan yoktu konuşmalarında. Derin tahliller vardı, sade cümlelerle ifade ettikleri. Kendilerinden emindiler. Hoşgörülü ve sevimliydiler. Kavgacı değillerdi.
Benzeri bir manzaraya çok daha yakın bir zaman diliminde Selanik’de tanık oldum. Bir derginin editörü, iki çevirmen, bir öykücü, bir de doktor sohbet ediyorduk dergi yazıhanesinde. Hepsi
Türkiye ve tabii kendi ülkeleri konusunda çok bilgili insanlar. Derin bir tartışmaya daldık. Onlarda da vardı o ince mizah. Onlar da olgun ve ağırbaşlıydılar. Bir oturmuşluk, bir sükûnet, bir rahatlık vardı hareket ve sözlerinde. Üçünün babası Yunanistan İç savaşında gerilla olmuşlardı. Gerilla olmak tayin edici değil. Gerilla olmadan da olgun, derin, ağırbaşlı olabiliyor devrimciler. Neyse…
İran KDP’sinin kampıyla Selanik’deki bu ortak manzaranın sırrını çözdüm galiba. İran dediğimiz beş bin yıllık bir medeniyet, bir kültür ve bir devlet. Mesela İran sineması da aynı kaynaklardan besleniyor. Şah’la Humeyni de başka pınarlardan.
Yunanistan, evet bugün ekonomik krizin sıkıntılarını çekiyor ama, Batı medeniyetinin en önemli ayağı değil mi Antik Yunan? Matematiği kim geliştirdi? Felsefeyi kimler olgunlaştırdı? Avrupa kültürünün kaynakları için kimileri “Judéo-Chrétien” der, kimileri ise “Gréco-Romain”. Yani İran ve Yunanistan’da filizlenmiş
iki yerleşik, kadim ve köklü kültür, bugün hâlâ bir dizi özelliğini koruyabilmiş bu iki ülkede.
İran KDP’siyle ya da Selanik’deki muhabette, milliyetçilik, kasılma, şişinme, küfür, hakaret hiç yoktu. Yalakalık, gevşeklik, şımarıklık ve tekdüzelik de namevcuttu. Herkes iktidar karşıtıydı. Her bir insan, başlı başına özerk/bağımsız bireydi, sürünün koyunlarından biri değildi. İnsanlar doğal davranıyordu, hesap kitap yapmıyorlardı. Gösteriş hiç yoktu. Tevazu vardı her yerde. İyi eğitim almış insanlardı. Hem doğu hem de batı kültürüne vakıftılar.
At üzerinde yağma-talanla Avrupa’ya gelenlerin de, tabii ki kurduğu bir medeniyet, yarattığı bir kültür var. Ötekilerden oldukça farklı bir kültür ve medeniyet ne yazık ki…
(Hakim bey, hayır, herhangi bir şekilde suç işleme amacım, niyetim, kastım yoktur…)
Hamiş: El-Bab’da bir Türk bir Türkü neden yakarak öldürür? Ve Türk egemen medyası bunu neden gizlemeye çalışır?
* Express dergisi, Ocak 2017
Yorumlar