Mavi Daktilo:
Türk Medyasının Vesikalık Resmi
Peki, siyasi iktidar neden medyaya karşı bu kadar
çok baskı uyguluyor? Tüm bu anti-demokratik, yasadışı ve gayrı meşru baskıların
nedeni nedir? Siyasi iktidar, başta Erdoğan olmak üzere, çok ağır ithamlar
altında ve korku içinde. Bu nedenle siyasi iktidarın büyük bir medya
mekanizmasına ihtiyacı var. Bu mekanizma en az suçlamalar kadar büyük olmalı
ki, iktidar kendisini tüm bu suçlama ve eleştirilerden koruyabilsin.Peki,
medya niye bu kadar teslimiyetçi ve niye iktidarın gönüllü hizmetçisi? Totemi,
tabusu ne, Aşil Topuğu neresi? Ragıp Duran’ın 27 Ocak’ta Avrupa Parlamentosu
Sol Grubu tarafından düzenlenen
konferansta yaptığı konuşmaya(*) bağlanıyoruz,
egemen Türk medyasının vesikalık fotografına bakıyoruz
2 yıl aradan sonra yeniden günyüzüne çıkan Express dergisinin Şubat 2016 tarihli 141. sayısının kapağı |
.
Bugün Türkiye’de medyada ve kamu alanında Kürt meselesi hakkında yazmak ya da konuşmak
zordur, çok zordur. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre, ‘Türkiye’de Kürt
meselesi yoktur, terörizm sorunu vardır’. Dolayısıyla, Kürt meselesi hakkında
yazı yazdığımızda, ya da medyada bu konuyu açtığımızda, Kürt haklarından söz
ettiğimizde, barışçı çözümü savunduğumuzda, kendimizi hemen bir savcının
karşısında buluyoruz. Savcı, tüm bu yazılarımız, konuşmalarımız hakkında,
‘Bölücü terör örgütü propagandası
yapmak’ ya da ‘Cumhurbaşkanına hakaret etmek’ iddiasıyla soruşturma başlatıyor
bilahare dava açıyor. ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlaması Erdoğan Cumhurbaşkanı
olduğundan bu yana çok moda, çok revaçta bir suçlama. Bir buçuk yıl içinde
açılan dava sayısı 1300. Selefi Abdullah Gül’ün yedi yıllık görev süresinde
açtığı hakaret davası ise 139. Çok hassas, çok kırılgan bir Cumhurbaşkanımız
var. Bu soruşturma ve davalara konu olan yazı ve konuşmalara baktığımızda,
bunların esas olarak ve sadece birer siyasi eleştiri olduğunu görüyoruz. Şimdiki
Cumhurbaşkanının açıklamalarında ise,
Kürtlere, muhaliflere, akademisyenlere yönelik ağır hakaretler bulmak mümkün...
KÜRT YOK, DAVA VAR,
KURŞUN VAR!
Dava açıldı,
yargılandınız ve hatta mahkum oldunuz. Yine de şanslı sayılırsınız. Çünkü,
barışçı çözümün sıkı taraftarlarından biri olan Diyarbakır Baro Başkanı avukat
Tahir Elçi, hem devletin hem de PKK’nin şiddet politikalarına karşı çıkıyordu
ama geçenlerde Diyarbakır’da sokak ortasında vurularak öldürüldü. Üstelik
tarihi eserlerin korunması için basın açıklaması yaparken...Üstelik en az on
televizyon kamerası olan bir alanda, ondan fazla resmi polis daha da fazla
sivil polisin olduğu bir alanda gerçekleşti bu cinayet. 28 Kasım 2015 tarihinde
meydana gelen bu cinayet konusunda savcılık hala doğru dürüst bir soruşturma
gerçekleştirmedi. Hatta bazı deliller nasıl olduysa dosyadan kayboldu.Bu arada
Tahir Elçi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra çok yaygınlaşan ‘faili meçhul
cinayetlerden’ birinin kurbanı oldu. Kürtler buna ‘Faili meşhur’ cinayet diyor.
Hali hazırda
Türkiye cezaevlerinde 24’ü Kürt olmak üzere 32 gazeteci var. Neredeyse hepsi
‘Bölücü terör örgütüne üye olmakla’ suçlanıyor. Halbuki bu meslekdaşlarımızın
hiç biri eline silah bile almamış, sadece haber ya da yazı yazmışlar. Hiç
birinin herhangi bir yasadışı örgütle organik bağlantısı da yok.
Sayıları 400’ü
aşkın gazeteci, akademisyen, sendikacı ya da STK yöneticisi ve üyesi hakkında
da ‘Cumhurbaşkanına Hakaret’ suçundan soruşturma açılmış durumda. 2000’i aşkın
akademisyen, bir TV sunucusu ve bir kadın öğretmen vakalarının ayrıntısına girmiyorum. Onlar
sadece barış isteyen bir bildiriye imza
attılar, barış isteyen bir dinleyiciyi destekledi diye bizzat Cumhurbaşkanı
tarafından ağır saldırılara uğradı. Akademisyenler, ‘ihanet’, ‘PKK yandaşı’,
‘sömürge aydını’ ya da ‘cahil’ olmakla suçlandı.
MATBUAT BEBEĞİNDE
MALFORMASYON OLMUŞ
Kürt meselesi, Türk
basınının bir yandan tabusudur ama bir yandan da Aşil Topuğudur.
Belki de ilk
baştan, Türk matbuatının, basınının, yapısal olarak sakat doğduğunu belirtmem
gerekir. 1831 tarihinde çıkan ilk gazeteyi Saray, yani Padişah yayınlamıştı.
Dolayısıyla Saray, ilk gazetenin siyasi, ideolojik ve editoryal olarak gerçek
sahibi idi. O ilk gazetede çalışan muharrir, muhabir, tercüman ve diğer çalışanlarının
hepsi, Saray’ın memurları idi. Yani bizim meslekî atalarımız Osmanlı Padişahının
maaşlı memurları idi. Ve onlar tabi ki, Padişah’ın dileklerini, görüşlerini
yansıttılar.
Aradan 185 yıl
geçmiş olmasına rağmen çok fazla bir şey değişmedi Türk basınında. Bugün Türk medyasının yaklaşık
olarak yüzde 80’i Ankara’da Erdoğan’ın Saray’ı tarafından yönetiliyor.
2002 yılından bu yana
iktidarda olan AKP, medyayı susturmak, muhalif sesleri kesmek için her türlü
araç ve yöntemi kullanıyor:
‘Alo Fatih’ örneğinde olduğu gibi sansür, otosansür, iktidarı
eleştiren gazetecileri işten atmak (2013 Haziran’ındakİ Gezi Ayaklanmasından bu
yana yaklaşık 250 gazeteci işini kaybetti), Can Dündar-Erdem Gül örneğinde
olduğu gibi gazetecileri tutuklamak,
Hürriyet örneğinde olduğu gibi AKP yöneticilerinin önderliğinde medya
binalarına taşlı sopalı baskınlar düzenlemek, Ahmet Hakan örneğinde olduğu gibi
gazeteci dövmek...İktidar yeni bir baskı yöntemi daha buldu: İpek Koza Holdinge
ait, iki günlük gazete ve iki televizyon kanalı sahibi şirkete el koydu, kayyım
atayıp bu dört muhalif medya organını, yandaş medya havuzuna kattı. Sözkonusu
dört medya organı, Erdoğan’ın eski müttefiki yeni düşmanı Fetullah Gülen
cemaatine yakınlığı ile biliniyordu. Bu son yöntem, Türkiye ekonomi ve finans
dünyasında özel mülkiyetin artık
dokunulmaz bir değer olmadığını kanıtladı.
KORKUNUN BOYUTLARI
ÖNLEMLERLE ORANTILI
Peki, siyasi
iktidar neden medyaya karşı bu kadar çok baskı uyguluyor? Tüm bu
anti-demokratik, yasadışı ve gayrı meşru baskıların nedeni nedir? Siyasi
iktidar, başta Erdoğan olmak üzere, çok ağır ithamlar altında: İktidar,
Suriye'deki Cihadçılara silah göndermekle suçlanırken uluslararası hukuku çiğnemekle, ülke içinde Kürtlere ve muhaliflere yönelik
vahim baskılar nedeniyle İnsan Haklarını ihlal etmekle, başta 17-25 Aralık
yolsuzluk ve rüşvet skandalı nedeniyle de çeşitli yasaları ihlal etmekle suçlanıyor.
İktidar aslında korku içinde, bu nedenle de tüm bu suçlamaları gizlemeye ya da
tahrif etmeye çalışıyor. Türkiye içinde ya da dışında bağımsız bir adalet
mekanizması bu suçlamaları ciddi bir şekilde sorgular ve yargılarsa, iktidar
mahkum olur. Ayrıca tüm bu suçlamalar somut olarak geniş halk kesimlerince bilinirse, AKP ve Erdoğan iktidarı
kaybedebilir. Bu nedenle siyasi iktidarın büyük bir medya mekanizmasına ihtiyacı
var. Bu mekanizma en az suçlamalar kadar büyük olmalı ki, iktidar kendisini tüm
bu suçlama ve eleştirilerden muaf tutabilsin.
ŞEYH SAİD, DERSİM, ÖCALAN AMA HALA ŞEKAVET
Türk basını Kürt meselesi ile ilk kez 1925'de Şeyh Said hadisesinde
karşılaştı. Diyarbakır yöresinde başlamak üzere olan bu isyan kanlı bir şekilde
Türk ordusu tarafından bastırıldı ama mesele Istanbul gazetelerine bastırma
harekatı başladıktan üç ay sonra yansıdı. O dönem yayınlarda, ilk Kürt
ayaklanması, 'Şekavet' ve 'İrtica' bağlamında ele alınmıştı. 'Mağarada yaşayan
vahşiler', 'İlkel kabileler' gibi deyimler kullanılmıştı. Türk basınında,
sadece generallerin ve Türk iktidarının görüşleri yayınlanmıştı.
Türk matbuatının
Kürtlerle ikinci buluşması 1937 Dersim hadisesinde gerçekleşti. Bu dönem
yayınlara baktığımızda, Kürtler yine ağır hakaretlerle anılıyor. 'Köpekler',
'Cahiller', 'Vahşiler' gibi sıfatlar, nefret söyleminin doğal parçaları idi.
Gazeteci Faik Bulut'un 1992 yılında yayınlanan 'Türk Basınında Kürtler'
başlıklı kitabında Kürtlere yönelik hakaretlerin ayrıntılı bir dökümü var.
1984'den bu yana,
yani Kürt siyasi hareketinin son olarak silahlı mücadeleye başladığı yıldan
bugüne, Türk basını Kürtlere yönelik hakarethamis, dışlayıcı, ötekileştirici
yaklaşımını milliyetçi, ırkçı söylemle sürdürüyor. 'Tek millet, tek dil, tek
bayrak' sloganı aslında sadece siyasi
iktidarın sloganı değil, egemen medyanın da ana sloganı. Dolayısıyla Kürtlerin
bizatihi varlığı, Kürt dilinin varlığı, Türkiye'de çok uzun süre inkar edildi.
Halen Cizre'de,
Silopi'de, Sur'da devlet 'temizlik' harekatı sürdürdüğünü açıkladı. Bu
'sömürgeci' bir dildir. Kim kirli ki? Kim kimi temizliyor?
TÜRK EGEMEN
MEDYASINDA TÜRKİYE YOK
Şimdi bir Fransız, İngiliz
ya da Alman'ı düşünün. Bu kişi hayatında hiç Türkiye'ye gitmemiş. Ama Türkçe
biliyor ve kendi ülkesinde her gün Türk egemen medyasını izliyor. Bu okur, Türkiye'yi,
Türkiye toplumunu bilemez, anlayamaz, tanıyamaz. Çünkü Türk egemen medyası, Türkiye'yi,
Türkiye toplumunu değil, sadece iktidarı, egemenin dünyasını yansıtır. Ne var
ki iktidar ve egemenler zaman zaman tutum ve siyaset değiştirdiğinde, egemen medya
da özeleştiri yapmadan, açıklama vermeden, otomatik olarak hemen döner, iktidarın
dediğini, yeni söylemini hemen benimser. Eskisiyle çelişkili olsa da...
Türk egemen medyası,
gazetecilik/habercilik yapmaz. İktidar için ajitasyon, propaganda, reklam ve halkla
ilişkiler yapar. Bu nedenle yandaş
medyanın akıla, fikire, bilgiye, zekaya, eleştirel yaklaşıma, düşünme
yeteneğine, vicdana ihtiyacı yoktur. Bu kesim iktidar ne derse, papağan gibi o
söylenenleri tekrar eder.
Egemen medyanın
ekonomi politiğine, mali kaynaklarına da kısaca değineyim: İktidarın en önemli
gelir kaynağı olan inşaat sektörünün yan gelirleri, bir havuzda toplanıp
iktidar yanlısı medyaya aktarılıyor. Kamu bankalarından da bazen nakit olarak
bazen reklam-ilan geliri olarak da milyonlarca lira medyaya kaynak oluyor.
İktidarın yazılı medyası, resmi olarak
ilan edilenin en az 4-5 kat daha az satıyor. Çünkü AKPli seçmenin gözünde bile
bir değeri, bir inandırıcılığı yok bu gazetelerin. Ama hem 'kendisini manda gibi göstermek için
şişiren kurbağa olmak' için hem de resmi ilan gelirlerinden yararlanmak için
tirajları yapay ve sahte bir şekilde yüksek gösteriyorlar.
Türkiye'de okurlar
doğru ya da doğruya yakın haberleri ancak sosyal medyadan bir de yabancı
medyadan öğrenebiliyor. Hatta biz gazeteciler
bile bazen Türkiye'de olup biteni Le Monde'dan, Guardian'dan ya da FAZ'dan
öğrenebiliyoruz.
Gazetecilik/habercilik
hakkıyla ancak özgür, demokratik ve hukukun üstünlüğü olan bir ülkede
yapılabilir. Türkiye'de yargı, son beş
yıl içinde siyasi iktidarın sıradan bir aygıtı haline geldi. Türkiye'de
Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana ilk kez, hakimler, savcılar, iktidar
aleyhine verdikleri kararlar yüzünden tutuklanıp hapise kondu. İki savcı da
tutuklanmak istemedikleri için
yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Bu durumda Türkiye'de bağımsız bir yargıdan
söz etmek mümkün değil.
Türk medyası
konusunda iki yeni durum, örnek aktaracağım şimdi:
* Hükümet medyasının
bir mensubu, gazeteci kılığında, meslekdaşlarımızı işten attırmakla daha da
vahimi ölümle tehdit ediyor. Şikayetlere rağmen bu kişi hakkında savcılar
herhangi bir işlem yapmıyor.
* Yine hükümet yanlısı
günlük popüler bir gazete habire fotomontajlarla propaganda yapıyor, hayali
haber ve söyleşiler yayınlıyor. Mesela HDP Eşbaşkanı Demirtaş'ı gerilla elbiseleriyle
PKK kamplarında gösteriyor. Ya da PKKlilerin sözümona bir intihar bombacısı
kıza uyuşturucu hapı verirken çekilmiş fotograflarını (fotomontaj tabi) manşetten yayınlıyor. Bu gazete CNN
İnternational'dan Christiane Amanpour'la da hayali bir söyleşi yayınlamıştı.
Bitiriyorum. Sonuç:
Medya, siyasetle, politika ile, ideoloji ile, kültür ve toplumla çok yoğun
ilişkide olan bir mekanizma. Türk medyası halihazırda o kadar kötü, o kadar
olumsuz bir konumda ki, ancak çok büyük, çok geniş ve derin, kapsamlı siyasal/toplumsal/kültürel bir
değişim, özgürlükleri, hukuku ve demokrasiyi diriltebilirse, işte o zaman
yeniden medyayı inşa etmeye başlayabiliriz. Böylelikle iktidara değil,
yurttaşa, kamu çıkarına hizmet eden bir medya gündeme gelebilir.
(*) Bu metin, 27 Ocak 2016 tarihinde Brüksel'de Avrupa Parlamentosunda
Sol Grup tarafından düzenlenen 12. Uluslararası 'Türkiye-AB-Kürtler' konulu
konferansta fransızca olarak yapılan konuşmanın, bilahare düzenlenmiş yazılı
Türkçe versiyonudur. Konuşmanın orijinal video kaydı için aşağıdaki linkin 'Day
2 Afternoon' bölümünde 14.54 ile 27.00 dakikaları arasına bakabilirsiniz.
Bu yazı 2 yıl aradan sonra yeniden günyüzüne çıkan
EXPRESS dergisinin Şubat 2016 tarihli 141. sayısında yayınlandı.
Yorumlar