Merhaba,
Birazdan dört meslektaşımızı dinleyeceğiz (Şirin Payzın, Burcu Karakaş, Barış İnce, Kadri Gürsel). Her biri kendi alanında önemli ve değerli meslektaşlar. Meslekî alandaki sadece kişisel deneylerini bile bize anlatsalar, trajik/vahim manzara net bir şekilde ortaya çıkar.
Bense, bir nevi girizgâh olarak, sentetik bir sunum yapmaya çalışacağım. Aslında yapacağım tespitler, ki hepiniz biliyorsunuzdur, daha çok yurtdışından gelen meslektaşlarımız ve yabancı konukları bilgilendirmek amacını taşıyor.
“İki Seçim Arasında Gazeteciler İçin Yeni Medya Ortamı” başlığı altında, dört altbaşlıkta irdeleyelim mevcut durumu.
7 Haziran ile 1 Kasım tarihleri arasında Türkiye’de, siyaset dünyasında ve medya evreninde, yeni, farklı, ilk kez neler yaşandı? Bu olguların altında ne yatıyor? Bu sorulara yanıt aradıktan sonra, orta ve uzun vadede, medya ortamı, bizim çalışma koşullarımız, mesleğin genel durumu nasıl iyileştirilebilir sorularına yanıt vereceğim.
Kaçınılmaz olarak medya ortamını görmek, anlamak, yorumlamak için esas olarak siyasal duruma bakmak, orayı incelemek, tahlil etmek gerekiyor.
Bizim bugünkü toplantının konuşmacı listesine baktım. Bugün toplam 25 konuşmacı var. Altısı yurtdışından gelen meslektaşlar, konuklar. Ben dolayısıyla yerli, Türkiyeli 19 konuşmacıyı kategorilere yerleştirdim, sonuç şu:
- Altı konuşmacı hakkında açılan soruşturmalar sürüyor
- Bir yabancı meslektaş sınırdışı edilmiş
- Yedi meslektaş son bir yıl içinde işinden uzaklaştırılmış, atılmış…
Mazlumlar, mağdurlar bir araya gelmiş. İlginç…
Bu sayılar bile medyamızın mevcut durumunu, vahametini yeteri kadar sergiliyor.
Hukuk ve yargı yok edildi
- Bu dönemin bence en önemli, en vahim gelişmesi hukuk ve yargının ihlal, hatta iğfal edilmesi. Türkiye siyasi tarihinde, belki İstiklal Mahkemeleri dönemi hariç, hukuk ve adalet hiç bu kadar erozyona uğramamış, bağımsızlığını/özerkliğini, hatta ana niteliklerini bu kadar yitirmemişti. Yargı, artık tamamen siyasallaştı ve iktidarın bir baskı aracı haline geldi. Bu dönemde Türkiye’de ilk kez savcı ve hâkimler, verdikleri karar nedeniyle hapise atıldı. İki savcı ise tutuklanmamak için yurtdışına kaçtı. Eskiden biz kaçardık, şimdi savcılar da kaçtığına göre memleketin durumu pek parlak değil…
- 7 Haziran seçimleri öncesinde cumhurbaşkanı, neredeyse her hareketi, her açıklamasıyla anayasayı ihlal etti. Sonra da, yine Türkiye’de ilk kez, askerî darbecilerin bile itiraf etmeye cüret edemedikleri bir şeyi açıkladı: “Türkiye’de rejim değişti, mesele şimdi bunun hukukî kılıfını örmeye geldi” demeye getirdi. Bu ihlaller karşısında ülkenin yargı makamları, bağımsız/özerk olamadıkları için, bu ihlaller karşısında, muhalefet partilerinin başvurularına rağmen sessiz/hareketsiz kaldı, hatta başvuruları reddetti.
- Bir eski bakan, açıkça, mevcut anayasanın geçerli olmadığını, kendisinin de bu anayasaya riayet etmeyeceğini açıkladı. Savcılarda, hâkimlerde ses seda yok…
- Muhalefeti, muhalifleri bastırmak için yeni bir suç kategorisi yaratıldı: Cumhurbaşkanına hakaret. Mesela bir şehit ağabeyi, cenaze töreninde “Sen oğlunu gönder askere… Türkü Kürde kırdırma, biz kardeşiz” dediği için cumhurbaşkanına hakaretten önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı. Adam cumhurbaşkanının adını bile anmadı, ama söyledikleri, cumhurbaşkanına hakaret sayıldı. Çok alıngan bir cumhurbaşkanı var demek ki…
İktidarda akıl da tatile çıktı
- 7 Haziran seçim sonuçları konusunda en az iki bakan kalkıp “Bölge HDP’ye oy verdiği için Çözüm Süreci kesildi” ya da “HDP barajı aştığı için Çözüm Süreci durdu” dediler. Bu açıklamalar aslında tercüme edildiğinde “Biz tek başına iktidar olamadığımız için Çözüm Sürecini kestik” ya da “Bizim tek başına iktidar olmamızı engelleyen HDP’yi Çözüm Sürecini sürdürerek daha da güçlendirmemeliyiz” cümleleri çıkar. Bu açıklama akılla, mantıkla açıklanacak bir değer taşımıyor.
- Keza bakan düzeyinde yapılan bir başka açıklamada mevcut kaosun sebebi olarak “400 milletvekili verseydiniz bu olmazdı” dediler.
- İktidar sözcüleri, Cizre konusunda akıl dışı, gerçek dışı açıklamalarda bulundu. Başbakan, 17 sivil ölüme rağmen, “Cizre’de hiç sivil ölmedi” diyebildi. İçişleri Bakanı ise “Bir sivil öldü, 25-30 bölücü terörist öldürüldü” dedi. Burada akıl tutulması yaşanırken, büyük ölçüde ahlâkî eksiklik de göze çarptı.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan da, seçim terminolojisinde ya da siyasal bilgiler literatüründe olmayan bir deyimle “tekrar seçim” terimini icat etti, piyasaya sürdü. Bu durum “AKP tek başına iktidara gelene kadar seçim yapacaklar” şeklinde yorumlandı. Ya da “AKP barajın altında kalana kadar oylama olacak” diyenler de oldu. Türkiye siyasal tarihinde Halk Partisi’nden Adalet Partisi’ne, Anavatan Partisi’nden Demokratik Sol Parti’ye kadar çok sayıda siyasi parti, iktidar partisi olarak girdiği seçimleri kaybetti ve hiçbiri “tekrar seçim” bahanesini öne sürüp seçim sonuçlarına itiraz etmedi. Millî İrade’ye hukuktan bile fazla önem verdiğini söyleyen cumhurbaşkanı ve AKP, bu kez azınlığa düşmeye razı olmadı.
Medya gazetecilik yapamıyor ki…
- Siyasal alandaki tüm bu gelişmeler kaçınılmaz olarak medyaya da garip bir şekilde yansıdı. MİT TIR’ları haberini belge ve fotograflarla yayınlayan Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeni Can Dündar, savcılar tarafından casuslukla suçlandı. Cumhurbaşkanını ya da AKP’yi eleştiren her gazeteci ya da her yurttaş, ya cumhurbaşkanına hakaret ya da terör örgütü propagandası suçlamasıyla karşılaştı. Hayatında eline silah almamış Hürriyet gazetesi ya da Fethullah Gülen Cemaati’ne yakın yayın organları da terörist suçlamasıyla itham edildi. Aydın Doğan’a ya da Sedat Ergin’e terörist demek çok acayip. Cemaat bir zamanlar neredeyse anti-terör timi gibi hareket ediyordu. Şimdi ise terörist oldu. Garip!
- Türkiye’deki mevcut siyasi ve medyatik durumu anlamak için maalesef esas olarak dış basına bakmamız gerekiyor. Dolayısıyla yabancı dil bilmek gerekiyor ya da tercümelere güvenmek durumundayız. Bu eski bir alışkanlık, ama bu sefer Türk egemen medyası ile Batı ya da global medya arasındaki makas çok fazla açıldı. Neredeyse siyahla beyaz kadar fark var arada. Başbakan “Ülkede sanki olağanüstü bir durum varmış gibi algı yaratılıyor” diyor, yabancı medya ise “Erdoğan’ın savaş kumarından”, “Cihatçılara desteği”nden ve “Cizre’de öldürülen sivil Kürtler”den söz ediyor. Kısacası, global medya cumhurbaşkanına hakaretle dolup taşıyor. Savcılar göreve….
- Türk egemen medyasında 1831’den bu yana gazeteler, gazete sahipleri ya da yazarlar, gazeteciler arasında fikir tartışmaları, polemikler yaşanır. Acı tatlı tonlarda bazen düzeyli, bazen düzeysiz atışmalar okuruz. Vakti zamanında Nâzım Hikmet/Peyami Sefa polemiği, sonra A.E.Yalman/Sabiha Sertel kapışması, daha yakın bir zamanda Mümtaz Soysal/Nazlı Ilıcak arasındaki atışmalar, Emin Çölaşan/Cengiz Çandar polemiklerini okuduk, hatırlarız. Şimdi tartışma/atışma/polemik/kapışma birkaç tık atladı, doğrudan ölümle tehdit dönemi başladı. Yakup Cemil’in medyatik versiyonu ya da Veli Küçük’ün medyatik şubesi bir şahıs, meslektaşlarımız Can Dündar, Ahmet Hakan ve Celal Başlangıç’ı doğrudan ya da dolaylı olarak ölümle/öldürmekle tehdit etti. Yargıdan halen çıt yok. Sinek gibi ezermiş! Sinek kim? Sen Shelltox musun?
- Mevcut havuz medyasının olumsuzluklarını saatlerce konuşabiliriz. Onun yerine altbaşlık halinde orta ve uzun vadede bu medyanın nasıl iyileştirilebileceğine dair dört somut öneri ile sunumu bitiyorum:
- Gazetecilerin cemiyet, sendika gibi meslekî kuruluşları aracılığıyla daha sıkı, daha yaygın örgütlenmesi, meslek içi dayanışmayı artırması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, editoryal bağımsızlığın sağlanması çok önemli.
- Medya mülkiyeti neredeyse bütün olumsuzlukların baş müsebbibi olduğu için bu konuda yasal bir düzenlemeye ihtiyaç var. Dünyada çeşitli örnekler var: Medya mülkiyetine sahip kişilerin başka herhangi bir sektörde iş yapması yasağından kamu ve özel ihalelere girme yasağına kadar uzanabilen bir sınırlama söz konusu olabilir. Çalışanların, yani gazetecilerin medyanın yönetiminde mutlaka ve etkili bir şekilde söz sahibi olabilmeleri için mekanizmalar kurulmalı.
- ABD Anayasası’ndaki “Değiştirilmiş Birinci Madde” (First Amendment) gibi bir hükme ihtiyacımız var. Yani toplantı/gösteri hürriyeti, düşünce/ifade/basın özgürlüğü kesin bir şekilde anayasal ve yasal güvence altına alınmalı. Öyle önüne gelen cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, hâkim, savcı, vali medyaya sansür uygulayamasın.
- Nihayet, tüm bu sorunlar, yani düşünce, ifade ve basın özgürlüğü salt gazetecileri, yani sadece bizim mesleğimizi ilgilendiren bir sorun değil, tüm yurttaşları, tüm toplumu ilgilendiren bir sorun. Bu nedenle, geçmişte başarılı bir örnek olan CUMOK (Cumhuriyet Okur Kulübü) ya da halen daha çok ATTAC olarak işlev gören, ama varlığını sürdüren Le Monde Diplomatique’in Dostları Derneği örnek/rol-model alınarak okurun, yurttaşın, toplumun gazeteyle, radyoyla, TV’yle ya da internet sitesi ile organik ilişkiler kurmasını sağlamak ve bu bağları güçlendirip yaygınlaştırmak gerekiyor.
(*) Bu metin, Istanbul’da 17 Eylül 2015 günü Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) , Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) ve Avrupa Gazeteciler Federasyonu ile birlikte düzenleyip AB ve İsveç Istanbul Başkonsolosluğunun desteklediği, “Siyasi Kutuplaşmanın Ülkesinde Basın Özgürlüğü ve Gazetecilik Hakları için Uluslararası Konferans” başlıklı toplantının son oturumunda yapılan konuşmanın metne dökülmüş halidir.
Yorumlar