Ana içeriğe atla

Erdoğan bir medya patronu


ÖZGÜR GÜNDEM'DE YAYINLANAN SÖYLEŞİ
Günay AKSOY
Güncellenme :23.10.2014  02:29

"Egemen medya Kobanê eylemlerinde IŞİD'i destekleyen ve direnişçileri hedef alan bir yayın izledi" diyen Ragıp Duran, "Egemen medyanın mülkiyeti bizzat Erdoğan'a geçti. Erdoğan bir medya patronu. Eski düzenden tek farkı bu" dedi.

İktidar odaklı yayıncılığı merkezine koyan egemen medya, tüm zamanlarda olduğu gibi Kobanê direnişi ve Kürtlerin demokratik mücadelesi konusunda manipülasyon yaparak, gerçekleri görmezden gelmeye devam ediyor. Türk medyasındaki bu çarpıklaşmayı ve iktidarın kalemşörlüğünü medya eleştirmeni- gazeteci Ragıp Duran’la konuştuk. İktidarın özgür medyanın gücünden korktuğunu belirten Duran, bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ideolojik yönlendirmesiyle medyanın yayın yaptığına dikkat çekti.

-Yeni Türkiye’nin medya düzeni nedir? AKP Yeni Türkiye sürecini başlatırken medyayı nasıl dizayn etti?

Yeni sözcüğü esas olarak reklamcıların çok sık kullandığı bir sözcük. Bir takım ürün veya hizmetleri cilalayıp, parlatıp tüketicilere sunmak için çok sık kullandığı bir sözcük. Bunu bugünkü siyasi iktidar da kullanıyor. O da ilginç ; ‘Yeni Türkiye’ sözcüğü, eski Başbakanın Cumhurbaşkanı olmasından itibaren kullanıldı. Oysa ki burası bir memleket; bir ürün veya hizmet değil. Ayrıca da bir yenilik olacaksa, özellikle bir ülkenin başına geliyorsa “yeni” sözcüğü, Cumhurbaşkanının değişmesi bir ülkenin yeni olması için gerekli ve yeterli bir şart değil. Tarihe baktığımız zaman bir rejim değişikliği söz konusu olursa belki o zaman yeni bir ülkeden söz edilebilir. Hemen medya kısmına geçtiğimiz zaman ‘Yeni Türkiye’nin medyasıyla eski Türkiye’nin medyası arasında hiç bir fark yok. Burada da bugün bu askeri vesayetin kırıldığını ve başka bir vesayetin geldiğini görüyorum. Türkiye’de askeri vesayetin eskisi kadar güçlü olmadığı bir gerçek. Ama olgulara, gelişmelere baktığımızda şunu çok açık ve net saptamak çok kolay; Türkiye’de askeri vesayeti AKP değil esas olarak PKK kırmıştır. Çünkü 1984’den bu yana sadece silahlı alanda değil siyasi ve toplumsal alanda da Kürt siyasi hareketinin mücadelesi sonucu askeri iktidar, askeri vesayet kırılmıştır. Eğer PKK bu mücadeleyi vermemiş olsaydı AKP’nin iktidara gelmesi, askeri vesayeti kırması gibi bir söz bile söyleyemezdi. Onun için, askeri vesayeti kırma meselesinde Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım. Gazete sahipleri, medya yöneticileri büyük ölçüde militarist bir bakışa sahiptiler ve o şekilde yayın yapıyorlardı. Tabi bundan da en fazla kendi özgürlükleri için savaşan başta Kürtler olmak üzere bütün muhalifler, o dönem çok çekti. Bundan gazeteciler de paylarını aldılar faili meçhul cinayetlerde.

-Özellikle AKP kendine göre bir sermaye de yarattı. Sermayenin medya üzerindeki rolü nedir? Bu alanda nasıl bir dönüşüm yaşandı?

AKP iktidara gelmeden önceki medya yapısında ordunun özel olarak ideolojik ve siyasi bir egemenliği vardı. Somut örnek vermek gerekirse o dönemin Genelkurmay Başkanları herhangi bir demeç verdiği zaman, aşağı yukarı bütün gazetelerde bu demeç incelenmeden, doğruluğu kontrol edilmeden ya manşet ya da sürmanşet olarak yayınlanırdı. Bu o dönemki iktidarın medyaya ne kadar egemen olduğunu gösteriyordu. Bugün bu uygulama belirli ölçüde devam ediyor. Fakat yaklaşık 10 yılı aşkın AKP iktidarı boyunca medya mülkiyetinde önemli bir değişiklik oldu. Yani eskiden Türk ordusu herhangi bir gazete sahibi değildi. Esas olarak ideolojik ve siyasi olarak bir yönlendirme yapabiliyordu. AKP döneminde  medya mülkiyeti konusunda altüst eden değişiklikler oldu. Bunu da görmek çok kolay. Bundan 12-13 yıl önceki medya mülkiyet tablosuna bakın. Bir de bugünküne bakın. 12-13 yıl önce mesela ,Sabah’ın, Milliyet’in, Kanaltürk’ün, Star’ın -hem gazete hem televizyon- sahipleri kimdi? Bugün kim? Bu 17 Aralık yani Fethullah Gülen çevresiyle AKP arasındaki ittifakın bozulmasına kadar toplam medya mülkiyetinin neredeyse yüzde 85-90’ına yakını AKP, daha kestirme bir değişle o dönemin Başbakanı Erdoğan’ın yönlendirmesi sonucunda kendisine yakın iş adamlarının -hatta kanıtlanmamış olsa da- bazı kaynaklara göre bazı gazete ve televizyonlar bizzat Erdoğan’ın dolaylı bir şekilde mülkiyetine girmişti.

Erdoğan medyayı yönlendiriyor

Medyanın çalışması açısından değişen bir şey yok. Yine tepede bir güç var. Bu güç eskiden orduydu, bugün AKP’nin elitleri daha doğrusu tek başına  Erdoğan. Tapelerden de anladık ki kahvedeki emekli amca gibi resim altlarını bile okuyor gazetelerin. Sonra açıp telefonu, -Alo Fatih hattında gördük- “Onu düzeltin, bunu düzeltin” diye emir veriyor. Biz eskiden beri egemenlerin medyayı yönlendirdiğini, baskı yaptığını biliyorduk. Ama bu tapeler sayesinde bu işin bizzat Başbakan tarafından yapıldığını, resim altını bile  düzelttiğini, “20. sayfadaki haberi öyle yazmayın” dediğini de bu şekilde öğrenmiş olduk.

-Eskiden istihbarat, emniyet, MİT kaynaklı haberler hazırlanır, medyaya servis edilirdi. AKP döneminde de medyada yine ağırlıklı olarak istihbarat kaynaklı, tek elden çıkma haberler yayınlanıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında eskiye oranla yani AKP öncesiyle bugün arasında tayin edici bir fark yok. Bugünkü mekanizmanın esası tıpkı geçmişte olduğu gibi gazetelerin başında olan kişiler “gazeteciler”, “gazete yöneticileri”, “köşe yazarları”. Onlar zaten Kürt düşmanlığı, Ermeni Soykırımı’nı inkar, muhalifleri bastırma konularında ideolojik olarak siyasi iktidarla bugün tamamen hemfikir. Erdoğan bir gün konuşma yapıyor. Ertesi gün en az 6-7 gazetenin başlığı aynı. “Ee bu kadar da olmaz” diyoruz. Bugün yandaş medyada çalışan yöneticilerin neredeyse hepsi, Erdoğan’ın bütün konuşmalarını talimat olarak algılıyor ve ona göre yayın yapıyor. Onun için özel olarak kalkıp mesela Mehmet Barlas’a ne yazacağını söylemeye gerek yok. O zaten bu iktidarın, 40 yıldır bütün iktidarların sözcüsü konumunda olduğu için, kim iktidarsa onun tarafında yazıyor.

-Bir şey hedef gösterilecekse önce medya üzerinden yapılıyor. Medyanın ön operasyon haberleri yapmasını nasıl okumak lazım?

Bu konuda kalın bir kitap oluşturacak kadar çok örnek var. İlk akla gelenler büyük ihtimalle son yıllardaki Ergenekon ve KCK operasyonları. Basını taradığımız zaman özellikle de bazı ufak tefek internet sitelerini sıkı takip edebiliyorsak, o internet sitelerinin herhangi birinde bir isim aleyhinde bir yayın başlamışsa o isim bir süre sonra gözaltına alınıyor, bilmem ne grubuna dahil ediliyor ve bazıları da çok daha vahim sorunlarla karşı karşıya kalabiliyor. Burada da iktidarın medyayı, herhangi bir kişiyi yasa dışı, terörist, bölücü veya darbeci yahut Gezici göstermesi için zemin hazırlayıcı bir rol oynadığına dair çok sayıda işaret var. Medya artık iktidarın olmasını istediği, gerçekleşmesini istediği gelişmeleri haber haline getiriyor. Mesela, bırakın bir gazeteciyi, aklı başında herhangi birisi “Türkiye ile Kobanê’nin ne ilişkisi var” şeklindeki bir cümle karşısında hayretlere düşer ve bunu sorgular. “Bunu söyleyen adamın akıl ve ruh sağlığı yerinde mi?” diye  sorgular.

-Kobanê direnişiyle dayanışma amacıyla dünyanın her yerinde eylemler yapıldı. Türk egemen medyası, Kürdistan ve Türkiye’deki Serhildanları nasıl ele aldı?

Türk egemen medyasının son süreç içerisinde belki son 30 günü çeşitli bölümlere ayırarak daha derinlemesine tahlil etmek  mümkün. İlk başta belirli ölçüde görmezden gelme, sessizlik, sizin de sözünü ettiğiniz gerek Türkiye’nin batısında ve gerekse Kürdistan’da Kobanê ile dayanışma eylemleri, IŞİD’e karşı eylemler artık ağır ve maalesef acı, kanlı bir şekilde gündeme gelirken, Türk egemen medyası da burada mızrağın sivri ucunu direnişçilere yöneltti. Burada Türkiye’nin güvenliği açısından da Türkiye’nin özgürlüğü, bağımsızlığı -ne kadar varsa- demokrasisi açısından da büyük tehdit IŞİD’den geliyor. Şimdiye kadar biz herhangi bir Kürt, Ermeni yahut solcu örgütten ‘Türkiye’de demokrasiyi, özgürlüğü paramparça edeceğiz, kendimizden olmayanların kafalarını koparacağız’, şeklinde bir demeç okumadık. Yapmadılar, onların öyle bir niyeti yok. Onların başka niyetleri var. “Demokratikleşme, özgürleşme, bağımsızlaşma” gibi niyetleri var. Şimdi böyle bir şey dururken mızrağın sivri ucunu en temel hak olan protesto ve yürüyüş hakkına yönelik üstelik de polisin acımasızca şiddet kullanıp bastırmaya çalışmasını desteklemek burada açıkça şimdiye kadar yapamadıkları IŞİD’i desteklemek anlamına geliyor.

Bütün yayınlara baktığımız zaman bir kere Kürt düşmanlığının insani duyguları ne kadar engellediğini görüyoruz. AKP’nin ileri gelenlerinden üstelik de Sosyoloji Profesörü Yasin Aktay şöyle formüle etti. “Burada iki terörist örgüt savaşıyor” dedi. Bunu söylemek için izan ve insaf gerekiyor. Kentini savunan insanlarla kenti ele geçirmek isteyen çeteleri, ikisini de terörist olarak görme gafletinde bulunan birinin profesörlüğü tartışılır. Şu bakımdan tartışılır, böyle bir sözü söyleyen herhangi bir insanın sadece profesörlüğü değil, insanlığı bile tartışılır.

Ağırnaslı dayanışmanın sembolü

Türk egemenlerinin medyası, esas rahatsız edici olanın IŞİD değil kentini savunan insanlarla dayanışma içinde olan insanlar olduğunu savunuyor. Şöyle bir olay da var, Ankara’nın hiçbir alanda başarılı olmadığını saptamakta da yarar var. Bu direnişlerin, bu dayanışmanın çapı, öyle Kürdistan’ın iki üç kenti ile sınırlı kalmayıp, Türkiye çapında gelişti. Gezi’den sonra bence bu önem kazandı. Artık Kürdistan’ın herhangi bir yerinde bir şey olduğu zaman, eskiden belirli ölçüde Kürt düşmanlığının etkisi altında kalan insanlar da artık karşı çıkıyor. Bu çok önemli bir şey. Kürtler eskiden beri Türkiye’nin batısında olan haksızlıklara zaten karşı çıkıyorlardı. Şimdi batıda da Türk kesimi, sol kesim, demokratik kesim, ne isim verirsek verelim Kürtlerin eskisi kadar yalnız olmadıklarını dostlarının sayısının arttığını görmek gerek. Üstelik korkunç polis baskısına, korkunç yasaklamalara rağmen. En son Ağırnaslı gibi kıymetli bir genç aydının gidip orada savaşırken yaşamını yitirmiş olması da bu dayanışmanın sembollerinden biri olması itibari ile önemli.

Gazetecilik barış mesleğidir


-Gazetecilik ilkeleri ve etik, bu durumda nerede kaldı?

Geçenlerde bir yazı yazdım. “Sizin hiç kafanızı kopardılar mı?” diye. AKP’nin IŞİD ile ilişkisi konusunda. Tamamen gerçeklerden kopmuş durumdalar. Böylesine vahşi bir örgütü, kentini savunmaya çalışan insanlarla bir tutan bir anlayış, ki orada da çok büyük bir çelişki var. Siz madem “IŞİD ile PKK aynıdır” diyorsunuz,  o zaman “IŞİD’e yardım ettiğiniz gibi PKK’ye de yardım edin” derler. Ki onlar IŞİD ile PKK’yi aynı da görmüyorlar. PKK’yi daha tehlikeli, IŞİD’i büyük dost olarak görüyorlar. Bütün yayınlar, milletvekillerinin tweetleri, şimdiye kadar Türkiye’nin uyguladığı politikalar bunu gösteriyor. Zaten uzun süre Birleşmiş Milletler koalisyonu kurulma kararına kadar, IŞİD’e terörist sıfatını bile ekleyemedi. Gazetecilik ilkeleri ve etik, Türkiye’de ilk gazete yanılmıyorsam 1830’lu yıllarda çıkmıştı. O zamandan beri yoktur, olmamıştır. Bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin olmadığı bir yerde gazetecilik yapılmaz. Çünkü gazetecilik bir barış mesleğidir, bir muhalefet mesleğidir. Bizim bildiğimiz klasik gazeteciliğin neredeyse bütün özellikleri AKP tarafından özellikle son dönemde budandı. Gazetecilik sadece hükümeti, iktidarı övmeye yarar bir araç haline getirildi.

Gazetecilik vicdanından taviz verilmemeli

-Serhildanın ardından Cumhurbaşkanı ve AKP kurmayları  özgür basın çalışanlarını hedef aldı. Akabinde ise Adana’da gazetemiz dağıtımcısı Kadri Bağdu arkadaşımız katledildi. Nasıl yorumluyorsunuz?

Türk devletinin siciline bakacak olursak 1990’lardan önce de sadece gazetecilere değil yazar ve aydınlara da yönelik, en hafifi dava açıp susturmaktan başlayan öldürmeye kadar uzanan baskılar vardı.  Bir ülke için yüzkarasıdır bu durum. Başka ülkelerde bu kadar çok sayıda gazeteci hapse atılmadığı gibi, bir çok meslekdaşımız 1990’larda faili meçhullerde, daha önce de İttihat ve Terakki ile çeşitli gerici odakların kurşunlarına hedef oldu, öldürüldü. İktidar, kendi elindeki medya gücü ile toplumsal ve siyasi gerçeği kendi istediği gibi yönlendireceğini sanıyor. Böyle bir bakış açısına sahip olunca, özgür medyadan bu kadar korkması doğal. Tarih bize şunu göstermiştir: Egemen güçler, özgür, bağımsız, muhalif medyayı ne kadar baskı altında tutsalar da,bu durum toplumsal gerçeği olduğu gibi değiştiremez hatta toplumsal muhalefeti daha haklı ve daha meşru bir konuma getirir bu baskılar. Bizim sol-muhalif-Kürt medyası eskiden beri çok ağır koşullar altında çalışıyor. Hatırlattığınız üzere gazete dağıtımcılarına, yöneticilerine, çalışanlarına yönelik ölüm tehditleri hatta cinayetler gündemde. Gazete nüshaları hakkında yasaklama, toplama kararları çıkıyor mahkemelerden. Böyle bir ortamda bile, gazetecilik namusu, gazetecilik vicdanı ve en önemlisi
İ profesyonellik gereği,  her geçen gün daha kaliteli bir habercilikle daha çok okura ulaşmanın yollarını bulmak gerek. Gazetecilik ilkelerinden taviz vermemek şart. İnanılır, güvenilir, içten ve ciddi bir gazete yapmamız gerekir. Sağlam bir medya inşa etmemiz lazım.  Savunduğumuz görüşlere en muhalif insanlar bile ‘Bunlar Kürtçülük yapıyor,, solculuk yapıyor  ama haklarını yemeyelim iyi habercilik, iyi gazetecilik yapıyor’dedirtmemiz lazım. Bu çok önemli…


(*) 23 Ekim 2014 tarihli Özgür Gündem’de yayınlanmış söyleşinin gözden geçirilmiş versiyonu

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla