Ana içeriğe atla

'Dinleme haberlerinde ölçü, doğruluk ve kamu çıkarı olmalı'

* Medya Günlüğü Söyleşisi, 17.03.2014

Medya Günlüğü’nün “Pazartesi Söyleşileri'nin bu haftaki konuğu gazeteci Ragıp Duran. Medyanın geldiği noktada asıl büyük sorumluğun iktidara ve medya patronlarına ait olduğunu söyleyen Duran, gazetecilerin de yeterince güçlü bir mücadele veremediği görüşünde. Duran, gündemdeki dinlemelerle ilgili olarak, “Batı’daki birinci şart, haberin doğru olması. İkincisi kamu çıkarı. Bunları yayınlamamak için hiçbir geçerli gerekçe olamaz”diyor. Duran, “Egemen medya siyasi iktidarın belirli ölçüde barometresi gibidir. Mevcut egemen medyada siyasi iktidara yönelik eleştiriler arttıkça, o siyasi iktidarın sonunun geldiğinin işaretleridir bunlar”diye konuşuyor. Gazetecinin savcıya, polise belge taşıyamayacağını belirten Duran, Medya Günlüğü’nün sorularını şöyle yanıtladı:

-12 Eylül döneminde bile basının baskılara bugünkünden fazla direndiğini söyleyenler var. Katılır mısınız?

-Biraz zor bir kıyaslama. “Kötüler arasında hangisi daha kötü” diye kıyaslama yapmak bana çok cazip gelmiyor... İkisi de birbirinden kötüydü bence ama her dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. 1831’den, yani Türkiye’de ilk günlük gazetenin yayınlanmaya başladığından bu yana, bütün bir tarih, inişler çıkışlar olsa da –esas olarak inişler- gazeteciliğin ayakta kalması, basın özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasıyla geçmiş.  Dolayısıyla bir açıdan bakıldığı zaman, normalde, zaman ilerledikçe basın hürriyetinin genişlemesi gerekirken, her zaman, her aşamada bunun gerçekleşmediğini görüyoruz. Yaşı müsait olan insanlar hatırlar: 12 Eylül dönemindeki basın düşünce ifade özgürlüğü ile bugünkü durum arasında ille de kıyaslama yapacaksak, bence 40 katır mı 40 satır mı benzetmesi uygun düşer. O daha az iyiydi, bu daha iyiydi demek doğru gelmiyor bana.

Yeterince direnemedik...

-Basına yönelik bir baskı olduğu artık genel bir gerçek olarak kabul ediliyor gazeteciler tarafından. Gelinen noktada gazetecilerin sorumluluğu olduğunu düşünenler de var.  Katılıyor musunuz?

-Bu şekilde formüle edilirse katılmam. Yani, bir sorumluluk, dolayısıyla olumsuzlukta pay sahibi olmak, bilinçli olarak suça ortak olmak ya da her halükârda göz yummak gibi bir anlam çıkarsa katılmam. Ama tabii şu da var: Hasan Cemal’in deyimiyle ‘gazeteci milleti’ yeknesak, yani homojen bir millet değil. İsim vermeye gerek yok ama bugün iktidara yakın bir gazetede köşe yazarlığı yapan biriyle, 40 yıldır kalemini satmamak için dik duran, bu nedenle işten atılan, yazısı girmeyen, dayak yiyen, cezaevine giren meslektaşlarımız da var. Bugün evet basın düşünce ifade özgürlüğü çok geri bir düzeyde. Çeşitli dönemlere bakacak olursak - siz de çalıştınız Milliyet’te- mesela Umur Talu çok ayrıntılı şekilde yazılarında, kitabında Aydın Doğan’ın sendikasızlaştırma saldırısı konusunda “Yeterince direnemedik”diyor. Evet bu doğru. Üstelik o zaman sendikal gerekliliği gören meslektaşlar dahil, bu konuda haklarımızı koruyamadık, yeterince mücadele edemedik. İktidarın medyaya yönelik baskıları konusunda çok çeşitli,  olumsuz örnekler verilebilir. İktidarın baskısına sonuna kadar karşı çıkan ve büyük ihtimalle işinden olan, bir kısmı mesleği bırakan meslektaşlarımız kadar, belki de iktidarın baskısına gerek kalmadan iktidar yanlılığı yapan ’gazeteciler’ de var.  Bugünkü durumun bence biricik sorumlusu değilse de, büyük sorumlusu siyasi iktidardır. Bu siyasi iktidara gazetecilerden önce aslında, Batı Avrupa ile kıyasladığımızda, kendi ticari çıkarları açısından karşı durması gereken medya mülküyeti, yani medya patronları ikinci derecede sorumludur. Eğer kaçınılmaz olarak kendimizi de pirüpak göstermek istemiyorsak, evet gazeteciler de, bugüne kadar adım adım yontulan, biçilen, kargılanan düşünce ifade basın özgürlüğü konusunda okurlarıyla birlikte yurttaşlarla birlikte yeterince güçlü bir mücadele verememişlerdir, orası doğru.

Hürriyet daha eleştirel

-Hürriyet’te iktidara karşı tavır değişikliği var görünüyor. Geçenlerde ATV’de Başbakan da Aydın Doğan’ı eleştirdi. Siz Hürriyet’te bir tavır değişikliği seziyor musunuz? Seziyorsanız neye bağlıyorsunuz?

 

-Bu yavaş değişimi görmek için medya uzmanı olmaya gerek yok. Bir okur, diğer gazetelerle birlikte Hürriyet’i, köşe yazarlarını takip ettiğinde, aynı şeyi Kanal D için de konuşabiliriz, Doğan grubunun siyasi iktidardan giderek uzaklaştığını, belki de merkeze yaklaştığını kolayca görebilir. Üstelik bu durum,  sadece 17 Aralık’tan sonra değil,  galiba Gezi olayları ile başladı.
Bir yerde haber olarak çıkmış olabilir ya da duydum: Gezi sırasında Doğan Holding’in yönetimi, grubun tüm yayın yönetmenlerine, “Neyi  görüyorsanız onu haber yapın, çekinmeyin iktidardan” şeklinde bir talimat vermiş.  Trajik aslında… Gazetecilere, “gazetecilik yapın” diye talimat vermeye gerek varsa, orada bir şeyler iyi gitmiyor demektir. Hürriyet köklü bir gazete, Türkiye siyasetinde önemli rol oynamış/oynayan bir gazete. Büyük bir ihtimalle bu yapısını koruyabilirse,  önümüzdeki dönem de küçümsenecek bir gazete değil. Tavır değişikliğine, belki daha çok dozaj itibarıyla bakmak gerekiyor. Yani, eskiye oranla, belki bir gazetenin yapması gerektiği gibi, daha doğrusu eskiden yapamadığı düzeyde, bugün biraz daha eleştirel bir yaklaşım içinde. Bunun çok ciddi gerekçeleri, başta da siyasi gerekçeleri olsa gerek:  Siyasi iktidar, özel olarak da Başbakan Erdoğan, yüksek perdeden konuşmalarına, bütün iddialarına rağmen, aslında büyük ölçüde yalnızlaşıyor, yuvarlanıyor, geriliyor, zayıflıyor. Köşeye sıkışmış kedinin saldırganlığı içinde. Her akşam yayınlanan telefon konuşmaları,  belki hukuki olarak delil kabul edilmese bile, geniş kamuoyunda, hele böyle yerel seçim öncesinde, herhalde insanların fkrinde kesin bir takım yargılar olmasa bile, çeşitli şüpheler uyandırıyor. Hürriyet Gazetesi de bu eğilimi, bu düşüşü görüyor. Zaten daha önce de neredeyse bütün holdingin sermayesinin 3-4 misli bir vergi cezasına çarptırılmıştı. Başbakan’ın Doğan grubuna eski bir husumeti var. Benim okuduğum son açıklamada da Başbakan Hürriyet için “Paralel yapının yayın organı gibi davranıyor” diyor ki, bu hiç ispat edilebilecek bir şey değil. “Paralel yapı”dan kasttettiği Cemaat, Hizmet, Fethullah Gülen çizgisiyse Hürriyet’te bu çizgiyi savunan, bu çizgiye yaklaşan bir şey yok. Ama Hürriyet mevcut siyasi iktidarın rüşvet, yolsuzluk ve Başbakan’ın gerçek dışı açıklamaları konusunda, en azından diğerlerine oranla, en basitinden Sabah’a göre, daha doğruya yakın bir çizgi izliyor. Bunu aslında Hürriyet’le sınırlamamak lazım. Gazete olarak Habertürk’de  ve büyük ölçüde televizyonda da, orada  “Alo Fatih” olayının patlak vermesinden sonra, söz konusu kişinin künyeden çıkarılmasında da gördük, sonraki yayınlarında da iktidardan hafif de olsa bir uzaklaşma seziliyor.
Yeniden Hürriyet’e dönersek, Ertuğrul Özkök’ün “Sen tek adam değilsin, yarım adamsın” diye gerçek bir muhalifin söyleyebileceği sözleri yazması ilginç. Bizde, geçmişten kolay bir şekilde hatırlamak lazım: Egemen medya siyasi iktidarın belirli ölçüde barometresi gibidir. Dolayısıyla mevcut egemen medyada siyasi iktidara yönelik eleştiriler arttıkça, siyasi iktidara mesafe uzaklaştıkça, o siyasi iktidarın sonunun geldiğinin işaretleridir bunlar. Bir yandan Gülen medyası, 17 Aralık’tan beri tamamen anti-AKP ya da anti-Erdoğan saflarına geçti. Erdoğan, 17 Aralık’a kadar, yüzde 50 seçmen oyu ile medyanın neredeyse yüzde 90’ını kontrol edebiliyordu. Gülen medyası bu bloktan kopunca, bu oran herhalde yüzde 70-75’lere düştü. Oranı tabii kesin olarak söylemek zor. Eskiden gözü kapalı olarak Erdoğan’ı destekleyen televizyon kanalları, karşı cepheye geçmiş durumda. Bunların varlığı ve yaptıkları yayınlar da, Hürriyet ve Habertürk gibi ortada durmaya çalışan yayın organlarını belirli ölçüde etkiliyor. Somut örnek vermek gerekirse, mesela Hürriyet Gazetesi, bu tapelerde- aslında tape demek doğru değil çünkü tape metin demek-bu teyp kayıtlarıyla ilgili olarak, New York Times’ın haberini manşet yaptı. Aslında bu bile Hürriyet açısından verilmiş önemli bir mesaj. Çünkü New York Times’ın haberi de anti-Erdoğan ya da Erdoğan ‘ın her şeye müdahale eden tutumuna karşı çıkan bir yazı, haber şeklinde. Onu olduğu gibi alıp uzun uzun yayınlamak, hele manşetten vermek bir tutumdur. Bu çok eski bir yöntem. Tek parti döneminde de, Demokrat Parti döneminde de Türk basını kendi söyleyemediği bir takım şeyleri çeviri yoluyla yabancı basından iktibas ederdi.  Bugün Hürriyet ancak bunu yapabiliyor. Daha düzgün, bu işi cesur şekilde yapabilen ama ne yazık ki tirajları çok yüksek olmayan gazeteler ve reytingi çok yüksek olmayan televizyonlar da neyse ki var.
 Gazeteci kitapları

-Son aylarda medyanın durumuyla ilgili gazetecilerin yazdığı kitaplar peş peşe çıkmaya başladı (Derya Sazak, Mustafa Dağıstanlı, Mustafa Hoş...) Gerçi yazanların hepsi çalıştıkları kurumlardan uzaklaştırılmış gazeteciler ama sizce bu kitaplar medya içinde bir özeleştiri ya da sorgulamanın başlangıcı olabilir mi? Yoksa bu fazla iddialı bir değerlendirme mi olur?


-Fazla iddialı değil de, “mahreç kayması” dediğimiz şey olur. Özeleştiri yapması gereken insanlar değil aslında bu insanlar. Üç kitaptan bahsediyoruz. Mustafa’nın (Dağıstanlı) kitabına önsöz yazmıştım. Diğer Mustafa’nın (Hoş) kitabını okudum, beğenmedim, kendini anlatıyor daha çok.  Yok... Keşke sizin söylediğiniz bir eleştiri bir özeleştiri başlangıcı olsa... Mesela özeleştiri yapması gereken insanlardan biri Ertuğrul Özkök’tür. Sadece bu döneme ilişkin değil. Rasim Ozan Kütahyalı, Nagehan Alçı’dan özeleştiri bekleyecek halimiz yok! Şamil Tayyar’dan da özeleştiri bekleyecek halimiz yok. Onlar çok kısa vadeli olduğu için... Dolayısıyla bu üç kitabın sizin de söylediğiniz gibi sorunlu bir yanı var... Ben yine de iyimser bakmaya çalışıyorum. Sıradan okurların, hatta meslektaşların da bilmediği bir takım şeyleri ancak bu sayede öğreniyoruz. Yani, bir takım meslektaşlarımız işten atılıyor, biraz da işten atılmanın verdiği tepkiyle,  geçmişte kendi başına yahut meslektaşlarının başına gelen olumsuzluklar kaleme alınıyor. Ne Derya’nınki ne Dağıstanlı’nınki özel olarak kendilerini aklamaya yönelik. Esası o değil kitapların. Esası, kendilerinin ve arkadaşlarının yaşadığı olumsuzluklar. Hatta Dağıstanlı’da çok daha az var kendi yaşadıkları, daha çok gidip meslektaşlarla konuşmuş, söyleşiler yapmış, okumuş, araştırmış. Derya’nınki biraz farklı, Genel Yayın Yönetmeni olması itibarıyla bir tür günlük çıkarmış. 3-4 önemli haberin arkasını faş etmiş. Müdahaleleri anlatmış ayrıntısıyla.
Ama benim beklediğim özeleştiri esas olarak kurumsal bir yaklaşım. Batı’da bunun bir kaç örneğine tanık olduk. Belki hatırlayacaksınız siz de, New York Times’ta bir kadın muhabir, Pulitzer kazandı, gecekondu mahallesinde siyah bir çocuğun uyuşturucu ile ilişkisini anlatan haberi ödül kazanmıştı. Tamamen asparagas olduğu ortaya çıkınca, muhabir ödülü geri vermek zorunda kaldı. New York Times ondan sonra gazete içinde “fact checking” olarak tabir edilen “olguları doğrulama” birimini güçlendirdi. Çok esaslı, ayrıntılı bir rapor yayınlandı gazete içinde. Gerçek özeleştiri ancak bu şekilde yapılır. Hatanın nedenlerini kavramak, bunu dürüst şekilde kamuoyuna açıklamak, bunu kurumsal bir şekilde yapmak ve yapılan hatanın bir daha yapılmaması için gerekli önlemleri almak. Sadece hata yapanı işten atmak yeterli bir özeleştiri olamaz. Özeleştiri daha derin bir süreç, tek bir edimle gerçekleşebilecek bir olgu değil. Bunu Gazeteciler Cemiyeti yapabilir. Akademisyenlerin katkıda bulunması lazım.Tabii ki tek tek meslektaşlarımızın kitaplar yazması olumlu, özeleştiri sürecinin parçası kabul edilir. Ve ancak geniş kapsamlı ve kurumsal bir çalışmanın öncüsü, parçası, unsuru olabilir. Ben bu gazeteci kitapları konusunda bir yazı yazmıştım. Ayrıntı o yazıda var (bkz. http://apoletlimedya.blogspot.com.tr/2014/02/son-gazeteci-kitaplari-ne-anlatiyor.html)

2 önemli kriter

-Peki, daha güncel bir konuya gelecek olursak... Dinleme kayıtları yayınlanmalı mı yayınlanmamalı mı?

-Bu konuda gerek mesleki, gerek akademik çok çalışma var. Haber değeri, neyin yayınlanıp yayınlanmayacağı konusunda. Dünyada 300-400 yıldır gazetecilik yapılıyor. Yani, önemli bir birikim var gazetecilik açısından. Her ne kadar bazıları kaçınılmaz olarak sübjektif olsa da, dolayısıyla gazetelerin genel yayın politikasına bağlı olsa da, neyin haber neyin haber olmadığı konusunda -Batı dünyası için söylüyorum- genel bir kabul vardır. O kabulde de, özel olarak telefon dinlemelerine bakıldığı zaman, haberin ne şekilde elde edildiğinden çok, haberin içeriğinin üzerinde durulması gerekir. Benim izleyebildiğim alternatif, solcu, liberal ideolojilerdeki, teoride,  iletişim akademisyenlerinin ve meslektaşların Batı’daki kriter olarak benimsedikleri, birinci şart, haberin doğru olması. Olmazsa olmaz faktör bu. İkincisi, her doğru bilgi haber niteliği taşımaz. İki kere iki dörttür, doğrudur ama haber niteliği yok. Ben yıllarca ders verdiğim ve hala bu konudaki literatürü takip etmeye çalıştığım için mesele hakkında bilgi ve kanaat sahibi olduğumu söyleyebilirim.  Kamu çıkarı, doğruluktan sonra gelen, olmazsa olmaz bir faktör.   Kimileri, ticari olarak bazen tiraj olarak adlandırılan, ne kadar çok insanı ilgilendirdiği gibi farklı şekilde formüle edilen bir önemli kriter olarak ortaya çıkar kamu çıkarı. Bir bilgi doğruysa, kamu çıkarına hizmet ediyorsa ve yurttaşın o bilgiyi öğrenmekle yurttaşlık bilincinin artması, demokrasiye olan inancının, katkısının artması, toplumda daha etkin bir yurttaş haline gelmesini sağlayacak bir bilgiyse, o haber yayınlanır. Yayınlanabilir yani. Dolayısıyla ikinci önemli kriter, kamu çıkarı.  Söz konusu telefon görüşmelerinin bu iki kritere uyduğu kesin, onun için yayınlanmasında hiçbir sakınca yoktur.
 Ne yazık ki, bazı meslektaşlar, mahkeme kararı ile yapılmış dinlemeleri yayınlıyoruz, ötekileri yayınlamıyoruz, diyor. Bu çok yanlış ve vahim bir tutum. Bir gazetenin neyi yayınlayıp yayınlamayacağına mahkeme karar veremez. Siz mahkeme bülteni çıkarmıyorsunuz. Sizin işiniz gerçekler. Gazeteciler, mahkemeleri dinlemesin, yasaları yok saysın anlamında söylemiyorum tabii.  Haberin yayınlanıp yayınlanmayacağına karar veren insanlar, Genel Yayın Yönetmenleri, Yazı İşleri Müdürleri, Haber Müdürü ya da sayfa editörü sırtını mahkemeye değil, gerçeğe dayamalı. Gerçekse ve kamu çıkarı içeriyorsa bence mutlaka yayınlanmalıdır. Tabii böyle bir haberin hiç kimsenin temel hak ve özgürlüklerine saldırıda bulunmaması lazım. Nefret söylemi içermemesi lazım. “Mahkemeye, yasaya uygun değildir” diyenler var ama gazetecilik yasalarla yapılmıyor. Gazeteciliğin temeli gerçektir ve bazen gerçek, mahkeme kararına da yasaya da aykırıdır. Gazeteci orada gerçekten yana tutum alır. Devlet adamıysanız mahkeme kararından yana tavır alabilirsiniz, ama gazeteciliği bağlayan gerçektir. Şimdiye kadar yayınlanan telefon görüşmeleri, ki tamamını dinledim, bizi yöneten insanların nelerle uğraştığı konusunda, üstelik  haber değeri son derece yüksek bilgiler içeriyor, o yüzden mutlaka yayınlanması lazım. Bunları yayınlamamak için hiçbir geçerli gerekçe olamaz. Sadece tek bir gerekçe olabilir: İktidar yanlısı bir yayın organıysanız, “Bunları yayınlarsak Başbakan kızar, üzülür” gibi gerekçeler... Zaten o zaman gazeteciliği bırakın, siz Başbakan’ı teselli etme, üzmeme üzerine çalışan bir kurum varsa gidin orada çalışın derim! Gazeteciliğin güzel tanımlarından biri de, ‘Gazetecilik iktidardakileri üzer, mağdurları memnun eder’ şeklindedir. Bu konuda da ayrıntı bir başka yazımda var.  Bkz. (http://apoletlimedya.blogspot.com.tr/2014/02/hukuk-devleti-yandaslar-ve-mahkeme.html)

Baransu’ya “kargo ödülü” 

-Peki Mehmet Baransu’nun yayınladığı belgeler bu iki kritere uyuyor mu?

-Vallahi onun yayınladığı belgeler koca bir bavulu doldurduğu için seçerek söylemek lazım! Bunların içinde meşhur bir 10 numaralı bir CD var. Bilahare bu CD’nin teknik analiz sonucunda çok da kabaca tahrifatlı bir CD olduğu, fabrikasyon olduğu ortaya çıktı. Tabii, aslında tek tek bakmak lazım ama yüzlerce belge var... Ama genel kriteri söylüyorum. Bu 10 numaralı CD’nin kritere uymadığı ortaya çıktı.... Çünkü doğru değil. Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim: Ben Baransu’ya gazetecilik ödül verildiğinde “Ona UPS, yani kargo ödülü vermek lazım!” diye yazmıştım. Hakiki  gazeteci böyle kuryelik yapmaz, polise, hakime, savcıya belge taşımaz.  Gazetecinin işi gidip savcıya bilgi belge vermek değildir. Gazeteci eline geçen bilgi ve belgeleri, gazetecilik kuralları ışığında değerlendirir ve haber olarak yayınlar. O kadar. Muhabirle muhbir arasında belki tek harf fark var, ama meslek olarak, işlev olarak muhabir muhbir değildir, muhbir de muhabir değildir. Bunlar dünyada çok tartışılmış ve karara bağlanmış konular. Yargıya bilgi belge taşımak ulak oğlanlarının, postacıların, kargocuların yapacağı iştir. Gazeteci kendisine gelen bilgileri belgeleri denetler, haber değeri varsa yayınlar. Bizde maalesef çok yanlış uygulamalar var. 
 Hemen, izninizle benzeri bir başka örnek: Bosna için Ruanda için gündeme gelmişti. Gazeteci mahkemeye tanıklık yapmaya da gitmez. Bizde gitti bir kaç tanesi.Burada kasıtlı olarak ‘tane’ diyorum.  Gazeteci tanıklık yapmaz. Gazeteci zaten mesleği itibarıyla yazacağını yazmıştır, söyleyeceğini söylemiştir. Gidip başka şeyler söylüyorsa, demek ki yayınlamadığı şeyler var. Gazeteci bütün bilgileri, yayınlamak için toplar, değerlendirir. Bilgilerin bir kısmını saklayıp sonra savcıya, hakime verilmez bu bilgiler.  Benim bildiğim bir kaç yabancı gazeteci, bu nedenle Lahey’e Bosna yargılamaları sırasında, davet edildikleri halde, ifade vermeye gitmeyi reddetti.  Daha önce Washington Post’un Istanbul muhabirliğini yapmış olan Jonathan Randall bu meslekdaşlardan biri. Jonathan’la bu konuyu konuştuğumu hatırlıyorum. Bu kıdemli gazetecinin haklı bir başka gerekçesi de vardı: Şimdi ben vakti zamanında Miloşeviç’le söyleşi yapıp yayınlamıştım. Gazetecinin görevi yani… Ama sonra, Miloşeviç’in yargılandığı bir davada, o sanık sandalyesinde ben tanık kürsüsünde olamam. Çünkü o zaman hiçbir siyasi lider, bir gazeteciyle konuşmaz, demeç ya da söyleşi vermez. ‘’Ben bugün bu gazeteciye söyleşi veriyorum, yarın öbür gün, iktidardan düştüğümde  bu adam mahkemede benim karşıma tanık diye çıkarsa…’’ diye düşünür. Çünkü siz Miloşeviç’le gazeteci kimliğinizle söyleşi yapıyorsunuz, amatör ya da stajyer savcı değilsiniz. Hiçbir söyleşinin başında, gazeteci, karşısındaki kişiye, ‘Bakın burada söyleyeceğiniz her şey, yarın mahkemelerde aleyhinize kanıt olarak kullanılabilir’ diye bir uyarıda bulunmaz. Çünkü gazetecilik faaliyeti başka bir şeydir, yargı bambaşka bir şey…  
Gazeteci bildiğini, gözlemlediğini, fikriyatını, yorumunu yazar, savcı gerekirse bu bilgileri gazeteden okur, o da isterse değerlendirir, dosyasına ekleyebilir.  Gazeteci bir takım bilgileri yazmayıp saklıyorsa, sonra da  o yazmadıklarını  ‘ Ben aslında kitap yazacaktım oraya sakladım’ gibi bir bahane üretemez, geçerli değildir. Öyle gazetecilik olmaz! Keza, kanun kaçaklarıyla, illegal örgüt liderleriyle, aranan suçlularla ilgi haber ya da söyleşi yapmak durumunda da olabilir bir muhabir, bir gazeteci. Haberin kaynağını koruma/gizleme adına, muhabir, polis ya da yargıya söz konusu illegal kişiye ilişkin herhangi bir bilgi vermek zorunda da değildir. Gazeteci, polis ya da savcı ve hakim değildir. Bizde, gazetecilik mecrasında, bu farklı  mesleklere özenen çok gazeteci var. Kendisini Dışişleri Bakanı, İçİşleri Bakanı hatta Başbakan sanan ve öyle yazan köşe yazarları var Türkiye’de. Maalesef…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla