AKP/Cemaat koalisyonunun çatlaması ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve
sonrasında ortaya çıkan telefon konuşmaları, Türk egemen medyasının trajik
bağımlılığını çok somut bir şekilde ortaya çıkardı. Yol, yöntem, içerik ve
gazetecilik hakkında birkaç not…
(…)
· Öncelikle
sözkonusu telefon görüşmelerini yayınlamak doğru mudur?
Bazı meslekdaşlar, telefon görüşmelerinin mahkeme izniyle kaydedilenlerinin
yayınlanmasının doğru olduğunu
savunuyor. Oysa ki, gazeteci, olgu ile,
olay ile, haber ile ilişkisinde
öncelikli olarak mahkeme kararını ya da
yasayı temel kriter olarak benimseyemez. Gazetecilikte, haber değeri denilen
parametrede tayin edici iki unsur vardır: Birincisi yayınlanmaya aday bilginin
doğru olması, ikincisi de bu bilginin kamu çıkarına hizmet etmesidir. Bilahare haberin kaynağına, sızıntı ise kimler tarafından ne amaçla yapıldığına da
kuşkusuz bakmak gerekir. Ama bilgi doğru ise ve kamu çıkarına hizmet ediyorsa
yayınlamakta hiçbir sakınca yoktur.
Doğru ve kamu çıkarına hizmet eden bir bilgi sizde var ise, ama bu haberi
yayınlamak haberin kaynağına hizmet
etmek ya da sızıntı yapana hizmet etmek olarak
değerlendirir ve yayınlamazsanız, doğru ve kamu çıkarına hizmet eden bir
bilgiyi gizliyorsunuz demektir, ki buna da misinformation denir, yani bir haberi
gizlemek anlamına gelir. Bu tutumun da pek anlamı yoktur, çünkü o haber, siz
yayınlamasanız bile, bir şekilde başka bir mecrada yayınlanır. Hele İnternet
dünyasında… Doğru ve kamu çıkarına hizmet eden bir bilgiyi, mahkeme kararı
olmadan ya da yasalara aykırı bir durum içerse bile, haber olarak yayınlamak
gerekir. Çünkü, mahkeme kararı da, yasa da, gerçekten ve bu gerçeğin kamuya
ulaştırılmasından daha önemli olamaz. Eğer gazeteci, kendini sadece ve esas
olarak mahkeme kararları ya da yasalarla sınırlı tutarsa ve onların onayı
olmadan bir haber yayınlayamıyorsa, buna resmi gazetecilik denir. Gerçek kimi
zaman, mahkeme kararlarına da yasalara da aykırı olabilir. Gazeteci, mesleği
gereği, burada gerçeğin safında yer almalıdır.
Temel kriter olarak, bilginin doğruluğu ve içeriğin kamu
çıkarına hizmet etmesini alırsak, nereden gelirse gelsin, her türlü telefon
görüşmesi, bant ya da tape, bilgi ya da belge, ilkelere uygun bir şekilde haber
haline getirildikten sonra yayınlanabilir.
(…)
Somuta bakalım, kim, hangi tür medya bu telefon görüşmelerini
yayınlamaz ya da yayınlamadı? İktidar yanlısı medya! Ve tabi ki Habertürk!
Nedeni de çok basit, çünkü bu telefon görüşmeleri, çok açık ve net bir şekilde
Başbakan’ın medya özgürlüğünü doğrudan ve bizzat çiğneyerek açıkça sansür
uyguladığını kanıtlıyor.
Tutarlı bir yayın çizgisi sürdürebilmek için, yarın öbürgün,
Gülen Cemaatinin olumsuzluklarını gösteren/teşhir eden telefon görüşmeleri de,
eğer doğru ve kamu çıkarına hizmet ediyorsa, bunları da yayınlamak gerekir.
Ne yazık ki, Türkiye’de mevcut kapışma/yarılmada, iki
güce/kutba, eşit uzaklıkta durabilen bir medya olmadığı için, bir kesim sadece AKP’yi zor duruma düşüren bilgi,
belge ve telefon görüşmelerini yayınlarken, diğer kesim de, sadece Gülen
Cemaatini zora sokabilecek nitelikte bilgi, belge ve telefon görüşmelerini yayınlıyor.
·
Görüşmelerin
içeriği iktidar-medya ilişkileri açısından ne anlama geliyor?
Türk basın tarihi hakkında 3-5 kitap okumuş olan herkes,
bugünkü durumun, yani siyasi iktidarın medya üzerindeki tahakkümünün artık
herhalde şahikasının yaşandığını fark etmiştir. Abdülhamid dönemi ya da Tek Parti dönemi dahil, siyasi
iktidarın tepesindeki zatın, bizzat sansürcübaşılığa soyunması açısından bir
ilktir bu yaşadıklarımız. Bir Başbakan düşünebiliyor musunuz, taa Fas’tan bir
Türk televizyonunu izliyor ve ekranın altında kayan bir yazıya takılıyor sonra
da sözkonusu televizyona yerleştirdiği
adamını arayıp, altyazının kaldırılmasını emrediyor. Sadece tarihi açıdan değil
coğrafi açıdan da, bu örnek, dünyada bir
ilk olsa gerek. Yani Erdoğan’dan başka bir Başbakan, dünyanın herhangi bir
ülkesinde, bu Fas uygulamasını yapmış mıdır, ben bilmiyorum ama yapmış olsaydı
herhalde bilirdim. Belki daha da vahimi, Başbakan Erdoğan, bu durumu
doğrularken yaptığı açıklamada, mealen ‘Evet ben aradım ve bize hakaretler
yağdıran yayını söyledim, onlar da
gereğini yaptılar’ demesi. Altyazı MHP
lideri Bahçeli’nin bir konuşması. Erdoğan’ın iddiasının aksine, hakaret filan
içermiyor ama AKP’yi eleştiriyor. Diyelim ki, sözkonusu altyazıda hakaret var,
böyle bir durumda, memlekette yargı diye bir kurum var, Başbakan’a ya da
iktidar partisine yönelik hakaret varsa, hem hakaret ettiği öne sürülen kişiye
hem de bunu yayınlayan kuruma karşı dava açarsınız, yargı durumu inceler ve
gereğini yapar. Ama kuvvetler ayrılığı ilkesine pek de taraftar olmadığını daha
önce ilan etmiş olan Erdoğan, bu müdahaleyi yapmaktan çekinmediği gibi,
yargının da görev ve işlevini üstlenmekte sakınca görmüyor. Yani yaptığının
doğru olduğunu savunuyor.
(…)
Konuşmaların içeriğini iki-üç kez dinledim. Erdoğan, Saraç
ve Akdoğan’ın konuşmaları, kullandıkları sözcükleri, haber ve gerçek
konusundaki yaklaşımlarını anlamak için semioloji laboratuarlarında iyi bir vaka çalışması.
Bakın mesela, öldüğünü daha sonra
öğrendiğimiz o küçük Sedef haberi konusunda, haber için kullandıkları iki deyim
önemli: Kaçak ve Operasyon! Saraç, sansürlemeye giderken
de ‘Şimdi çıkış yapıyorum’ diyor. Yani ‘Sortie’. ABD’nin Irak’a yönelik saldırısında
sözlüğümüze giren askeri bir deyim bu: Sortie, yani çıkış. Saraç, sortie yapıp,
haberi yazan, düzelten ve sayfaya koyan üç gazeteciyi işten atmaya giderken
sortie yapıyor…Apoletli Medya hala işbaşında!
(…)
·
Altaylı’nın
mağduru oynamasına ne demeli?
Erdoğan, Saraç ya da Akdoğan gazeteci değil. Beni açıkçası
Altaylı’nın tutumu daha çok ilgilendiriyor. Türk medyasında sabıkası zaten pek
parlak olmayan Altaylı, Erdoğan’dan öğrenmiş olsa gerek, müthiş bir pişkinlikle,
olay yayından bir-iki gün sonra, hem köşesinde yazmaya devam etti hem de 5N1K
programına çıkıp kendini savunmaya çalıştı. Ar, ahlak, vicdan olan herhangi bir
ortamda, bu telefon görüşmeleri yayınlandıktan sonra istifa etmeyen bir
şahsiyet ile karşı karşıyayız. Oysa ki istifa tek çözümdü. Ama Altaylı, matah
bir gerekçeymişcesine, kendini savunmaya çalışırken, aslında tüm medya yöneticilerinin
kendisi gibi davrandığını- yani yalaka olduğunu- itiraf edip sadece kendisiyle
ilgilenilmesini manidar bulduğunu söylemez mi? Bu yetmiyormuş gibi kendisini
eleştirenleri şerefsizlikle suçlayacak kadar da ileri gitti.
Aslında her yerde her zaman, iktidarlar medyayı susturmaya
ya da yönlendirmeye çalışır. Bunu meşru, yasal ya da haklı bulduğum için
yazmıyorum. Ama böyle bir gerçek var. Hepimiz biliyoruz. Ne var ki, sansür iki
taraflı bir mekanizma. Biri siyasi iktidar, diğeri medya. Siz gazeteci olarak, medya yöneticisi olarak, iktidardan
gelen sansür baskısına karşı koyabilirseniz, mesleğinizi yapabilirsiniz. Bazen ağır
bedeller de ödemek durumunda kalabilirsiniz. Ama tercih sizin, ya normal bir
gazeteci olarak, sadece kendinizin değil,
çalıştığınız gazetenin, okurlarınızın habere özgürce ulaşma hakkını,
düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü savunacaksınız ya da egemenlere boyun eğip
sansürün yardımcısı, aracısı olacaksınız. İkinci şıkka somut örnek Altaylı.
Türk medyasında birinci şıkkı benimseyip uygulamış gazeteciler de vardır. Onlar
kahraman filan da değillerdir, sadece mesleklerini/görevlerini hakkıyla yapmaya
çalışmışlardır, bazen başarılı olmuşlardır ve sansür saldırısını defetmişlerdir, bazen de işten
atılmışlardır ya da istifa etmişlerdir. Mesela son olarak, Medya Mahallesinde
Ayşenur Arslan, Roboski ertesinde, stüdyosu basılmasına, kulaklıktan yayını
kesmesi uyarıları gelmesine rağmen, kulak asmayıp, doğru bildiğini yapmıştı.
Altaylı ise iktidar karşısında eğilip bükülmekle kalmıyor, gerçeği tahrif etmek
için de formüller yaratıyor telefon görüşmelerinde: ‘Doktoru ya da hastaneyi eleştiririz’ veya ‘MHP’den biraz oy
alıp BDP’ye koyarız…’.
(…)
·
Sansür
işe yarar mı yoksa ters mİ teper?
Sansür, yani medya
dışından/editoriyal mekanizma dışından bir araçla, gerçeği gizlemek ya da tahrif etmek, ne
zamandan beri nerede kesin galebe çalmıştır? Hiçbir zaman hiçbir yerde! Brejnev’in
Sovyetler Birliğinde, TASS ajansı, Pravda ve İzvestia gibi tekellere rağmen, bu
sansürcü uygulama, rejimin çökmesini önleyememiştir. En parlak addedilen
Hitler/Göbbels sansürü de hezimete uğradı. Dolayısıyla, egemenler için belki
günü kurtarabilecek bir mekanizma olarak sansür, belirli bir süre ve belirli
bir kitle için gerçeği gizlemeye ya da tahrif etmeye yarayabilir. Ama sansürle,
tüm gerçekler, her zaman her yerde, uzun süre ve herkes için gizlenemez, tahrif
edilemez. Hele günümüzün iletişim teknolojisinde sansürün etkisinin süresi ve
çapı da giderek kısalmakta ve daralmakta. ‘Roboski’yi görmedik’ diye sevinenler, Roboskililerin ve onları
destekleyenlerin yüreğinde herhalde taht kurmadılar. Gerçekle öyle çok fazla uğraşılmaz. Hele sanal
gerçeği istediği gibi dizayn edip, bunu da hakiki gerçekmiş gibi pazarlayanlar
önünde sonunda yenilir. ‘Kabataş’da saldırıya uğrayan başörtülü bacım’ meğerse
tamamen uydurma imiş. Tıpkı Dolmabahçe camiindeki içki şişeleri ya da partuz
senaryoları gibi…
(…)
·
Erdoğan
neden böyle davranıyor?
(…)
17 Aralık’tan bu yana medyaya doğrudan müdahaleler ile alel
acele İnternet’i kısıtlamaya yönelik ‘yasal’ çabalar da, AKP’nin daha gizlemesi
gereken çok açığı olduğu yolunda bize bir ipucu veriyor. Başbakan, korku ve
panik içinde, iktidarını yitirmekte olduğunu görüyor. Hiçbir muhalefetin
yapamadığını, eski koalisyon ortağı yapıyor. Eskiden birlikte gerçekleştirdikleri
tüm olumsuzluklar yavaş yavaş ortaya çıktıkça, AK Partinin hiç de ak olmadığı
anlaşılıyor. Eski ortağın bu ‘ihaneti’, AK Partiyi Aşil Topuğundan vurdu ve
Kral’ın Çıplak olduğunu Prensi açıkladı. Köşeye sıkışmış kedi misali Erdoğan,
hem saldırganlaşıyor hem de akıl dışı girişimlerde bulunuyor. Geçmiş olsun…
(*) Bu yazı, Tükenmez dergisinin Mart
sayısı için hazırlanmış bir metinden bölümler içeriyor. Yazının tamamı 78liler
Vakfı Girişiminin yayınladığı Tükenmez dergisinin 14. Sayısında yer
alacak.
Yorumlar