Ana içeriğe atla

OLMAYA MATBUATTA HÜRRİYET…

2014 kışı. Her kış doğal olarak soğuktur ama bu kış cam kesiği soğuğu. Kızılcık şerbeti de kalmayınca kan kusuyor mesleğimiz. Tiksinç şeyler oluyor medya ortamında.
İlk işaret fişeğini Haluk Şahin vermişti: Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar (Say, 2011). Doğduğunda belki tam olarak Hakiki Gerçeğin, Toplumsal Hakikatin, sessizlerin, mülksüzlerin sesi değildi ama, gazetecilik, hiç olmazsa 1960’ların sonlarına kadar zenaat olarak, yurttaşın, haklının, yoksulun daha çok yanında yer aldı. O zamanlar  ‘Gazeteci’ denince, ayağa kalkılıp düğmeler bile iliklenirdi. Ayarı kaçırmayalım, gazete patronlarının bir kısmı mebustu, matbuatla basın da, kaçınılmaz olarak resmi söylemin üretim ve dağıtım merkezi gibi çalışırdı ama yine de o zamanki durum, bence her şeye rağmen  bugünkü manzaradan iyi idi. Ahmet Emin Yalman’dı mesela gazete patronu. Bugün Ahmet Çalık!
‘T.C Mustafa’(?) Mutlu, işten atılınca kendine geldiğini sandı, içini döktü: ‘Dön Kardeşim’, (Kırmızı Kedi, 2013). Sonra Mustafa Hoş ‘Abluka’yı  (Destek-2013)yazdı. Mustafa Alp Dağıstanlı’nın ‘5 N 1 Kim?’ başlıklı kitabı (Postacı-2014), önemli bir  medya eleştiri çalışması. Şimdi de Derya Sazak, Milliyet’in hazin öyküsünü anlatıyor. Derya, 80’lerin başında, Ankara’da Milliyet bürosunun başında iken, biz Londra’da BBC Türkçe Servisinde, Türkiye’nin iç politikasını onun geçtiği haberlerden alırdık.  Demek ki benim tanık olduğum en az 30 yıllık meslek hayatında Sazak, duruşunu bozmamış, ayakta kalmış. Şimdi onu değil ama gazeteciliği, Milliyet’i nasıl yıktıklarını/devirdiklerini anlatıyor bu kitapta. Bu kadar kısa sürede bu kadar çok medya eleştirisi kitabı yayınlanması bir açıdan memnuniyet verici bir açıdan hazin…
Kan kusan mesleğimizin ilk hastalığını Turgut Özal teşhis etmiş ve 1980’lerin ortalarında ünlü ‘2.5 gazete’ öngörüsünde bulunmuştu. Gerçi Özal’dan önce, 12 Eylül Cuntasının lideri Org. Kenan Evren, ‘Meclis’e 2.5 parti girse yeter’ demişti. Ne kadar siyaset o kadar medya!
80li yıllar gerçekten de sadece Türkiye’de değil bütün dünyada, eski, klasik, geleneksel yani hakiki gazeteciliğin ağır hastalıklara yakalanmaya başladığı dönem. Çünkü o zamana kadar az çok bir zenaat olarak icra edilen gazetecilik mesleği, medya mülkiyetine mali sermayenin girmesiyle bir sanayi sektörü haline geliyor,  gazeteler, büyük holdinglerin yayın müştemilatı şekline dönüşüyordu. Gazete, radyo ve televizyonlarda, eskiden söz sahibi olan muhabir, yazar, haber ya da yazı işleri müdürleri yerine, satış, promosyon, R&D, innovative departmanları koordinatörleri ön plana çıkmaya başlamıştı. Zarf ile mazruf arasındaki ilişki tepetaklak devrilmişti. Muhteviyat değildi artık mühim olan, çünkü ‘Cilalı Taş Devrine’ (Can Kozanoğlu) girmiştik. Tiraj, satış, reyting mühendisleri yetişiyordu saksılarda. Bunlar işin teknik, mesleki yanları… Önemli bir değişim de, Aydın Doğan’ın Milliyet’inde gerçekleşti: Sendikayı, sendikacılığı tasfiye ettiler.
Siyasi /ideolojik mecrada ise  iktidarın, ‘Tek Düşünce’ olarak temayüz ettiği günler başlamıştı. Neresi yeni ise, neo-liberalizm geliyordu adım adım. Aslında nihayet Küçük Amerika olmuştuk. Çünkü, Noam Chomsky’nin de belirttiği gibi, ‘’SSCB’de mesela rejim muhaliflerini akıl hastanelerine kapatırlardı, çünkü orada ‘o güzelim sosyalist rejime karşı çıkmak için insanın ancak akıl hastası olması gerekir’ diye düşünürdü iktidar. Burada, ABD’de durum çok da farklı değil. Evet belki burada muhalifleri akıl hastanesine kapatmıyorlar ama, muhalifler, kamuoyunda zaten birer akıl hastası konumuna düşürülmüşler bile…’’.
Türkiye’de de  AKP yıllarında iki büyük yasak var: Denetleme ve Muhalefet. Aslında ikisi zaten iç içe ve Medyanın işte tam da işlev ve görev alanı. İktidar, milli irade, yüzde 50, çoğunluk gibi anlamsız ve temelsiz gerekçelerle, yargı dahil her türlü denetim mekanizmasını kırıp, başına buyruk davranmak isterken, medyanın da her türlü denetim ve muhalefet işlevini engelliyor. Radyo, televizyon, gazete… haber yapacaksa, iktidarın başarılı icraatlarını yansıtmalıydı. Aksi takdirde yani muhalefet yapacak olursa, Türkiye’yi zayıflatmaya, hatta çökertmeye çalışan iç ve dış düşmanların ekmeğine yağ sürerdi.  
Belki de bu nedenle AKP döneminde, medyadaki dönüşümü en iyi betimleyen örnek, işten el çektirilen bir meslekdaşımız ile yıldızı iktidar tarafından zorla parlatılmaya çalışan bir isim oldu: Nuray Mert ve Nagehan Alçı. Bir çok arkadaşım bu kıyaslama nedeniyle eleştirdiler beni: Bu iki ismi aynı cümlede yan yana kullanma! Haksız değiller… Türk devlet idaresinin ve kadro çapının trajik bir göstergesi de yine medya ortamından çıktı: Başbakan’ın Ekonomi Başdanışmanı Yiğit Bulut…
Tesadüf değildir bu dönemde hapise atılan  gazeteci sayısının dünya rekorunu kırması ayrıca da işten atılan ya da istifa ettirilen meslekdaşlarımızın sayısının yüzlerle ifade edilmesi.
Denetime, muhalefete ve en önemlisi hukuka karşı savaş açan bir iktidarın kirli iç çamaşırlarını kim ortaya dökebilirdi? O da oldu. Paralel devlet, Çete, Cemaat, Darbeci, dış mihrakların Beşinci Kolu, Haşhaşîler…  gibi çeşitli isim ve sıfatlarla anılan eski koalisyon ortağı  yeni başdüşman, rüşvet ve yolsuzluk  ile başladı, Roboski ve Paris Cinayetleri ile devam etti.
AKP, son seçimlerde, oylamaya katılanların yüzde 50’sinin olurunu alarak önemli bir başarı kazanmıştı. Ne var ki, seçimlerde yüzde 50 oy alan bir iktidar partisinin medyada yüzde 90 oranında güç sahibi olması, açıkça bir orantısızlık olmanın ötesinde, hakiki gerçek ile medyatik gerçek arasındaki uçurumun da şifresini teşhir ediyordu.
Son olarak 17 Aralık yarılmasında siyasi iktidarın, seçmen nezdindeki gücü, yani oy oranı ne kadar düştü, 30 Mart yerel seçimlerinden önce tam olarak bilemeyiz ama, medyadaki yüzde 90’lık tahakküm herhalde en az yüzde 60-55’lere düştü gibi görünüyor. Medyada eskiden değişik gerekçelerle AKP karşıtı yayın yapan Cumhuriyet, Sözcü, Aydınlık, Yurt, Birgün, Evrensel gibi gazetelere, AKP karşıtlığı konusunda yeni katılımlar oldu: Taraf, Zaman, Bugün. Gözü kapalı AKP yanlısı gazeteler Sabah, Yeni Şafak, Türkiye, Star, Yeni Akit, son zamanlarda yani Vatan ve Milliyet’ten sonra Akşam’la Güneş’i de yanlarına aldılar. Habertürk giderek iktidarla bütünleşirken, Hürriyet, Radikal sanki muhalefete yaklaşıyor. Televizyon dünyasında ise Samanyolu, Samanyolu Haber, Mehtap, Kanaltürk, Beyaz gibi Gülen’e yakın kanallar, AKP’nin ekrandaki ağırlığını biraz olsun azaltmışa benziyor.
Yurttaşların çok büyük çoğunluğunun, siyasi kapışmayı medya üzerinden izlemek dışında pratik çözümü yok. Yabancı medya organlarını izleyebilenler, Batı’nın önemli gazetelerinde yer alan AKP ve Erdoğan’ın çöküşü, yenilgisi konusundaki haber ve değerlendirmeleri de daha çok sosyal medyadan okuyabiliyor.
17 Aralık yarılması, medya açısından bize çok açık bir şekilde, bir kez daha şunu gösterdi: Türkiye’de medya bağımsız ve özgür değil. Çünkü, Erdoğan/Gülen çekişmesi olarak da sunulan bu ihtilafın başlamasından hemen sonra, AKP yanlısı gazeteler ile Cemaat yanlısı gazeteler,  bir gazetenin yapması gerekenleri, gazeteciliğin temel ilke ve felsefesini tamamen terk ederek, bağımlı bulundukları odakların çıkarlarını savunmak için, aslında eskiden beri çok sık başvurdukları her türlü propaganda-ajitasyon, desinformation  (Haber Çarpıtma)ve misinformation (Haber Gizleme) yöntemlerini sistemli ve düzenli hale getirdiler. 17 Aralık’tan sonra bir okur, her gün mesela sadece Yeni Şafak ve Zaman’ı okusa, ne olup bittiğini anlayamaz. Çünkü bu iki gazete aynı konularda çok farklı tellerden çaldıkları gibi, birinde manşet olan haber, öbüründe mabad sayfasında tek sütunluk haber olarak bile girmiyor. Ya da bir gazetede birinci sayfadan müthiş olumlu çağrışımlarla hatta amigo tezahüratları ile verilen bir haber, diğer gazetede aynı derecede olumsuz bir yaklaşım, beddua ve yuh sesleri arasında sayfada sırıtıyor.
Gazeteler insan gibidir. Boyu posu vardır, karakteri de kimi zaman. Bazıları neşeli, bazıları kederlidir. Takım elbiseli olanı da vardır, spor giyineni de… Bu binbir çeşitlilik içinde en önemli nokta, en önemli kişilik çizgisi, hatta alamet-i farika, insanın ya da gazetenin bağımsız ve özgür olup olmadığıdır.
17 Aralık evet ‘darbesiyle’ (Çünkü AKP medyasına da Gülen Medyasına da kamyon çarpmış gibi bir KO hali var) Erdoğan medyası ve Gülen medyası, rasyonaliteyi, belleği, kontrolü kısaca akıl ve izanı büyük ölçüde kaybetti.  Hemen iki örnek: Sabah gazetesi manşetten verdiği bir haberde, Ankara’daki ABD Büyükelçiliğinin bir görevlisinin, AKP yanlısı bir İşadamları Derneğinin yöneticisine ‘İktidara karşı bir lobi kuruyoruz siz de katılın’ dediğini yazdı. Tek taraflı bir beyan manşet oluyor. Sabah, Amerikan diplomatlarının nasıl yetiştirildiğini, nasıl çalıştığını bilmese bile, böyle bir girişim olabileceğine nasıl inanır? Sonra madem böyle bir iddia var, - çünkü bu ancak bir iddia olabilir-  önce iddia sahibinden iddiasını kanıtlamasını istersin: Ses kayıt bandı var mı? Yazılı bir kayıt var mı? Duyan başka kişi, tanık var mı? Sonra gidersin ABD Büyükelçiliğinin adı sanı belli görevlisine ‘İşadamları Derneği yetkilisi sizin böyle böyle dediğinizi söylüyor. Doğru mu? Tam olarak ne dediniz?’  diye sorarsın, aldığın cevapları da habere koyarsın. Ama Sabah’ın derdi gazetecilik değil ki… Bu manşet haber aynı gün ya da 1-2 gün sonra Başbakan Erdoğan tarafından bir mitingde aynen tekrar edildi, yani meşrulaştırılmaya çalışıldı, resmi nitelik kazandırıldı. Gerçi sonra birileri, anlaşılan İngilizce olarak Erdoğan’ın kulağını büktü de kumpasta ABD’nin adı anılmaz oldu. Oysa ki 3 gün önce ABD Büyükelçisini sınırdışı etmekle tehdit etmişti Erdoğan!
Türkiye aslında bir gazetecilik/habercilik cenneti. Çünkü ortaya çıkarılması gereken, manşetlik haber değerinde, o kadar çok resmi ya da özel usulsüzlük, yolsuzluk, rüşvet, gayrı meşru işler, skandallar var ki… 17 Aralık’ta işin sadece bir ucunu görebildik. Düzgün bir gazetecilik, iktidar için kapışan kliklerin, birbirlerini zayıflatmak için sızdırdığı yolsuzlukların belki on katını ortaya çıkarabilir. Ama işte biraz  bile gazetecilik yaptığında, zülfü yare dokunduğunda, Bilal oğlan filan dediğinde gazetecilik hayatını kaydırıveriyorlar hemen. Ayakkabı kutusunu gösteren kadını gözaltına aldıkları gibi…
Zaman gazetesi de, 17 Aralık’tan sonra ne söylediğini bilmeyen insanlara döndü. Mesela Roboski katliamı konusunda AKP’yi suçlayan bir haber yayınladı. Oysaki katliam sırasında sınırda kaçakçılar bombalandı diye katliamı meşrulaştıran bir haber yapmıştı aynı gazete. Zaman’ın o gün de bugün de sorunu gazetecilik değil.  
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Yeni Şafak ile Zaman, mesela Ergenekon Soruşturması başladığında Savcı Zekeriya Öz hakkında ne yazmışlar, bugün aynı Savcı hakkında neler yazıyorlar, arşivlerine girip baksınlar. Ya da Başbakan Erdoğan, ve onu destekleyen medya organları Gezi sırasında  polis hakkında nasıl bir değerlendirme yapmış, bugün aynı polisler hakkında nasıl konuşuyor ve ne gibi işlemler yapıyor, ona baksın.
Gazetecilik aslında özgürlük ve bağımsızlık mesleği. Tabuların varsa; biat ettiğin bir kişi, bir kurum, bir fikriyat varsa; ruhen, siyaseten bir odağa bağlı isen; unut gazeteciliği… Propaganda amiri olursun, ajitasyon memuru olursun… Diplomatik söylemde reklamcı, halkla ilişkiler uzmanı, özel kalem müdürü, sözcü deniyor bu makamlara. Helaliyle yaparsan bunlar da ciddi meslekler. Ama gazetecilik değil!
Gazeteleri gazete yapan biraz da, hatta büyük ölçüde arşivleridir. Ne var ki, bugün Türk egemen medyasının ‘büyük’ gazetelerinin son 15-20 yıllık arşivlerine  girin, yayın politikasında tutarlılık, temel gazetecilik ilkelerinin sürdürülebilir uygulamaları gibi yaklaşımları arayın, arayın, arayın… zor bulursunuz.   
Kukla ile insan arasında iki tayin edici fark var:  İp ve beyin. Kukla iplerle idare edilir ve kuklanın beyni yoktur. İnsan ipsizdir ve beyni vardır.
19. yüzyıl Fransız matbaa işçilerinin jargonunda, kendi bastıkları ‘Gazete’ye ne ad vermişler  biliyor musunuz? ‘Menteur’. Yani yalancı!.
21 yüzyılda Türk egemen medyasının bir önemli meziyetini daha öğrendik: Durum değişse, hatta altüst olsa da yalancılıkta bu kadar istikrarlı bir kurum görülmemiştir. Bozuk bir saat, üstelik 24 saat içinde bir kez bile doğru saati göstermiyor. Bravo! 
Ocak 2014
(*) Derya Sazak'ın 'Batsın Böyle Gazetecilik' başlıklı kitabı için yazılan makale.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla