Bu aralar başta muhabiri olduğum Fransız Libération gazetesi olmak üzere
yabancı medya kuruluşlarına katkıda bulunmaktan oturup rahat bir şekilde Gezi
yazıları yazamadım. Özür dilerim. Birkaç gün içinde hiç olmazsa Fransızca
yazdıklarımı zenginleştirip Türkçe olarak aktaracağım. Yeni Harman'la söyleşi aşağıda:
-Reyhanlı katliamı
sonrasında da Gezi Parkı ayaklanmasında da inanılmaz bir sansür vardı... Bu
derece korkunç sessizlik, sansür yaşandı mı yakın tarihimizde?
·
Türk egemen medyası,
1853’de doğduğundan bu yana, egemen ideolojinin sözcüsü olarak, devletin ve
egemenlerin çıkarına aykırı gelişmeler konusunda her zaman sansür, haber
gizleme ya da haber çarpıtma mekanizmalarını devreye soktu. Çünkü onun görevi,
yurttaşı doğru, çokboyutlu, inanılır, güvenilir ve hızlı bir şekilde, haber
değeri olan olaylardan haberdar etmek değil, iktidar(lar)ın çıkarlarını korumak
oldu. Daha ilk başlangıçta Sultan’ın parasıyla, Saray’ın memurları tarafından
çıkartılan gazetelerde de Saray’daki olumsuzluklar ya da Osmanlı kullarının
memnuniyetsizliği gibi konularda tek
bir satır yayınlanmazdı. Bu nedenle
Osmanlı aydınları da bu gazeteleri değil Pera’ya gelen yabancı gazeteleri
okurlardı. Cumhuriyet döneminde, Abdülhamidvari sansür belirli ölçüde
azalmış/yumuşamış olsa da, Türk egemen medyası, resmi ideolojinin tabularını,
yasaklarını, değerlerini hep savundu. Bağımsız ve özgür doğmamıştı, hayatının
çok uzun bir bölümünde de hep iktidar yanlısı olarak yaşadı/yaşıyor. İktidarın
işine gelmeyen gerçekleri gizlemeye çalıştı. Örneğin 1925’deki Şeyh Said
İsyanı, olaylar başladıktan yaklaşık 2.5
ay sonra Istanbul gazetelerinde haber olarak yayınlanabildi. Türk egemen
matbuat/basın/medyasının tarihi aslında sansür tarihi ile ‘iki kaşık gibi’ iç
içe geçmiştir. Egemen medya, adı üzerinde, egemenlerin medyası olduğu için, bu
mecrada halkın haberlerine ya hiç yer verilmez ya da çarpıtılarak verilir. CHP-İnönü
döneminde de, DP-Bayar-Menderes döneminde de, koleksiyonları karıştırdığımızda
ya da dönemin gazetecilerinin anılarına baktığımızda (Mesela Zekeriya ve Sabiha Sertel ya da Ahmet Emin Yalman, daha yakın dönemde de
mesela Bedi Faik’in kitapları) iktidarın sadece kendi çıkarlarını savunmak ve
rakibinin gerçeklerini karartmak amacıyla, sansür, haber gizleme ve haber tahrifatının
çok sık başvurulan yöntemler olduğunu kolaylıkla görebiliriz. 1984’den günümüze
kadar yani yaklaşık 30 yıldır Kürt
meselesi hakkında da, PKK konusunda da sansür vardı. Son olarak Türk egemen medyası Roboski’de 6
saat sus pus oldu. Gezi Parkında ise işi iyice azıttı, yaklaşık 48 saat boyunca
ayaklanmayı görmezden geldi.
-Aslında sansür girişimi
ayaklanmanın şiddetini artırarak bir anlamda olumlu bir işlev gördü, demek
mümkün mü?
Bence değil. Sansür
girişimi belki bir tek, bu devlet, bu medya ve bu egemenler hakkında hala
olumlu ya da nispeten tarafsız düşünce ve tutum sahiplerinin gözünü açmaya
yaramış olabilir. Mesela, Gezi
Direnişine katılan ve bugüne kadar egemen medya hakkında pek fazla bilgisi
olmayan bir genç, bizzat yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını,
hissettiklerini o akşam televizyonda, ertesi gün gazetelerde bulamayınca, bu
medyanın ne menem bir şey olduğunu artık anlar/anlamıştır. Bütün mesele, sanal
gerçek yani medyanın ürettiği gerçek ile hakiki gerçek, yani hayatın ürettiği
gerçek arasındaki devasa farkın, farkına varabilmek… Bir de bakın,sansür, bir
süre için ve sadece bir kesim üzerinde etkili olabilir. Sansür hakiki gerçeği
ilelebet ve herkesden gizleyemez, tahrif edemez. Hele bugün…Egemen medya
vermese de Gezi Direnişi başladığı andan itibaren insanlar zaten Twit’lerden,
SMS’lerden,e-mail gruplarından, bloglardan bir şekilde olup biteni, üstelik de
tanıdıkları, güvendikleri insanlardan/kaynaklardan öğrendiler.
-Sansür mekanizması
nasıl işliyor burada; patronlar iktidarın ikazlarını haddinden fazla ciddiye mi
alıyor?
Türkiye’de son yıllarda
onlarca gazeteciyi hapse attığınız için, bu yetmiyormuş gibi işini düzgün yapan
gazetecileri de işinden ettiğiniz için, egemen medyada zaten büyük ölçüde
oto-sansür var. Kimsenin özel olarak uyarmasına gerek yok. Genel Yayın
Yönetmeninden muhabire kadar
herkeste ‘Bu haber iktidarı kızdırır,
beni ya işten atarlar ya da bir sabah evime gelip Silivri’ye gönderirler’
korkusu var. Sansür için özel olarak her seferinde patronun gazete yöneticisine
ulaşmasına lüzum yok. Egemen medyanın yöneticileri, hani bu yandaş ve candaş
medyada görev yapanlar, siyasi-iktisadi-ideolojik iktidarın çıkarlarını en az
bu iktidar kutuplarının tepesindeki insanlar kadar iyi koruyor. Zaten dikkat
edin, gazete ve televizyonların başındaki insanlar, sosyal olarak bu egemen
yönetici kesimin içindeler. Onlarla aynı dikenli telli, özel güvenlikli
sitelerde oturuyorlar, açılışlarda, toplantılarda onlarla beraberler, ekonomik
durumları, yaşam tarzları aynı küme içinde… Egemen sınıfın insanları bunlar.
Birbirlerine özelde sen-ben diye hitap ederler. Gazete yöneticisi, holding
sahibi ve mesela bir Bakan aynı grubun bireyleri, mensubu… Dolayısıyla gazete
yöneticisi, Bakanın, Başbakanın ruhunu okur, neyi sevip sevmediğini çok iyi
bilir. Bu adamlar yurttaş için, okur için gazete yapmıyorlar ki, egemenler için
çalışıyorlar. Bazen de işte Başbakanın bir yakını, bir Bakanın özel kaleminden
biri, özel sohbette ya da telefonda, öyle kendi görüşüymüş gibi, ağzından
kaçırırmış gibi, gazete yönetiminden birine ‘Beyefendi sizin gazetedeki Hüseyin
Beyin yazılarından pek hoşlanmıyor’ demesi Hüseyin Bey’in işine son verilmesi
için yeterli. ‘Gezi Parkı olayını verirken biraz abartmadınız mı? Aslında bence
abartmadınız ama Beyefendi öyle dedi’ cümlesi tüm yayın politikasının
değişmesine neden olur. Patronlar sonuç olarak iktidarın uyarılarını ciddiye
almak zorundalar. Uzan Grubunun 202 şirketine bir gecede el koydu bu iktidar.
Doğan grubuna da sermayesinin 3 katı mı ne, vergi cezası kesti. Patronlar
sadece gazetecilik işinde olsalar iktidarı belki de hiç takmayacak. Ama
hepsinin doksan sekiz alanda işi var. Ticaret, maliye, inşaat madencilik vs…Ve
Türkiye’de ekonomide, maliyede hala devletin/hükümetin büyük bir ağırlığı var.
Patron gazetesinde hükümete karşı gelemez, gelirse teşvik alamaz, gelirse ihale
kazanamaz, gelirse gazetesini elinden alır bu adamlar.
-Ana akım medyada
çalışan gazetecilerin elleri mahkum muydu, nasıl bir tavır alabilirlerdi?
Haklısınız elleri mahkum
değil büyük bir ihtimalle…Ama bu durum sadece bugün için geçerli değil ki…Sen
mesela Sabah gazetesine girip çalışıyorsan, bunları bilmeyen birisi değilsin
ki…Madem orada çalışmayı kabul ettin, gazetecilik mesleğinin gereklerini yerine
getirebiliyorsan ne ala…Yok her türlü meslek kuralını, etik ilkeyi çiğneyerek
yapıyorsan işini, o senin yaptığına gazetecilik denmez… Neyse ki tek tük de
olsa istifa haberleri okudum. Hiç olmazsa vicdanen rahat eder istifa eden
meslekdaşlar. ‘Egemen medyada katiyen çalışılmaz’ diye bir kural, bir yaklaşım,
bir tutum yok herhalde. Ama orada çalışıp minimum düzeyde mücadele etmezsen pek
de bir işe yaramazsın sonra…Bakın eskiden, eskiden dediğim en az 30-40 sene
önce, birisi bir ortamda, ‘Ben gazeteciyim’ dediği zaman, çevresindeki insanlar
az çok saygı duyarlardı. Bugünse bir çok meslekdaş, hele de egemen medyada
çalışıyorsa, mesleğini özellikle de çalıştığı gazetenin adını bile kolay kolay
söyleyemiyor öyle uluorta. Toplumda son derece olumsuz bir gazeteci imajı var.
Yanlış da değil yani… İstifa benim çok sevdiğim bir kurum/bir mekanizma. Son
çare olmalı. O zamana kadar en doğru haberi yazmaya, sayfanın en iyi yerine
koymaya bakmak iyi olur ama…
-Doğuş Grubu CEO'su Cem
Aydın, NTV'nin sansürü nedeniyle özür dilemiş. Samimi bir özür mü bu, gerçekten
üzülmüş müdür?
Özür, sadece sözle ifade
edilen bir tutum değil, olmamalı. Hakiki bir özür yapılan bir hatanın
telafisini de gerektirir. Ben 24 saat
NTV izlemiyorum ama NTV, sansür gevşedikten sonra öyle çok da ahım şahım bir
yayıncılık/habercilik yapmadı. Bu nedenle özrü, benim nezdimde geçersiz. NTV
yönetimi, Ruşen Çakır, Banu Güven, Nuray
Mert gibi değerli meslekdaşlarımızı
görevden aldıktan sonra özür dilemeli ve onları yeniden işe almalıydı.
İktidarın ve iktidardakilerin üzülmek/sevinmek gibi duyguları, bizim, yani
sıradan insanların üzüntüsü ve sevincinden çok farklıdır. Onlar bizim gibi
üzülüp sevinmezler. Hatta bizim üzüldüğümüz şeylere sevinip, bizim sevindiğimiz
şeylere de üzülürler.
-Tüm bu yaşananlar, bir
yandan da iktidarın sansür duvarında da geniş anlamda gedik açabilir mi? İşler
eskisi gibi devam eder mi?
Gezi Direnişi, evet
bence sadece medya alanında değil, Türkiye’de
siyaset, toplum-iktidar ilişkileri ve en önemlisi popüler muhalefet
konusunda bence çığır açan bir yenilik. Nasıl gelişir, nasıl evrilir, şimdiden
kestiremem ama…Medya konusunda, Gezi’deki insanlar, aman unutmayalım ben
deminden beri Gezi Direnişi diyorum ama hadise aslında memleket sathında bir
çiçek gibi açtı/açıyor, işin Ankara’sı var, İzmir’i var, Antakya’da ben bir
hemşehrimi kaybettim, bizim burada Çanakkale’de insanlar her akşam ‘Hükümet
İstifa’, ‘Tayyip Amerika’ya, Fetullah’ın Yanına’ sloganlarıyla yürüyüş yapıyor.
Evet Türkiye Gezi’si diyeyim, herkesi kapsasın…
Zaten inanırlığını, güvenirliğini çoktan yitirmiş bir medyanın, bir kez
daha Sefilleri hakikaten ve naklen yaşamasına tanık olduk.
İktidar kendi hatalarından
öyle kolay kolay ders çıkarmaz/çıkaramaz. Bu ve bundan sonraki iktidarlar
sıkışınca yine elektriği de keser, İnternet’i keser, sansürünü yapar. Sansür
olmazsa kolay kolay iktidar olunmuyor. İktidar sansür yapmazsa başka yollarla
toplumun/halkın/kamunun gerçeklerini gizler ya da tahrif eder. Mesela bugün
(Salı, 4 Haziran) Bülent Arınç çıktı bir saat konuştu, dağılan etrafı
toparlamaya çalıştı ama Gezi Çocuklarının hiçbirine ne bir umut ne de bir
iyimserlik verebildi. Erdoğan kötü polis, Bülent iyi polisi oynadı…Baktım en
fazla 15 dakika sonra Twit’lerde Arınç’ın konuşması didik edildi, tahlil
edildi, sentezlendi, ayıklandı, afra tafra ve yalan dolan temizlenip iyice
ayıklanınca ortaya yine klasik 20 yıl öncesinin bir devlet adamı söylemi çıktı.
Zaten Arınç ya da o kafada birinin Gezi’dekilere ulaşması bile imkansız.
Kapsama alanı dışında onlar. Gezi’deki Yeni Çocukları çekmiyor Arınçların
zihniyeti, kafası, geleneği, göreneği, kültürü, adetleri…Temas yok. Abone cevap
vermiyor. Aradığınız kişi şu anda bir başka abone ile görüşmektedir ve sizinle hiçbir
zaman görüşmeyecektir.
-"Twitter denilen
bela" dedi Başbakan. Arınç "isteseydik interneti keserdik"
dedi... (Ne dersiniz)
Yaa evet…Arınç dedi ki, ‘Bakın biz çok demokratız, aslında
istesek ve gücümüz de var, bu İnternet’i kesebilirdik’. Demokratın çakması
demek ki böyle tehdit savuruyor. Bu aynı zamanda ileride kesebileceklerinin
işareti. Varsın kessinler, Gezi Direnişini akıllı telefonlar yapmıyor, akıllı
çocuklar yapıyor. O çocuklar o kadar akıllı ki, kendilerini de kestirmezler
hiçbir zaman! Biraz tarih hatta yakın dönem geçmişini bilen böyle konuşmaz.
Mübarek de kesmişti İnternet’i… Demin söyledim, iktidarla muhalefetin
kelimeleri, kelimelere verdikleri anlamlar farklıdır, hatta kimi zaman zıttır.
Bütün diktatörler, toplumsal/kitlesel her şeyden ürker, korkar. Twitter dediğimiz
de şunun şurasında kaç yıldır hayatımızda var ki? Baldırı Çıplaklar Fransa’da
1789’da İhtilal yaparken Twitter mi
vardı? ‘Pamphlet’(Risale) vardı.
Sağcılık, muhafazakarlık
çok kötü bir şey. Darkafalı olmakla eşanlamlı benim gözümde. Bu zihniyet,
yönetemediği, yönlendiremediği, hele iktidarda iken sahibi olamadığı her
nesneden, mekanizmadan çekinir. Acaba beni devirmek için mi bunu kullanacak
diye kıllanır. Haksız da değil… Twitter, sonuç olarak, evet Erdoğan açısından,
onun için bir bela olabilir, bizim içinse, uyanık bir şekilde kullandığımız zaman,
bir iletişim aracı/mecrası sadece…
-Fatih Altaylı'nın canlı
yayında Başbakan karşısındaki tavrını nasıl buldunuz? Bir gazetecinin Başbakan
karşısında bu denli ezilmesi, "haddim değil ama.." diyerek soru
sorması normal mi?
Trajik bir durum…
Habertürk’ün merkezi, biliyorsunuz
Taksim Meydanına bakan sokaklardan birinde. Sular İdaresinin orada. Yani
aslında Meydana, Gezi parkına muhabir ya da kameraman göndermeye bile gerek
yok. Binanın o tarafa bakan penceresinden hatta damına çık, olup biteni görebilirsin. Canlı yayın bile yapabilirsin. Bunlar
onu bile yapmadı/yapamadı/ yapmaya şeyleri yetmedi… Ama sansür gevşerken pat
diye Erdoğan’ı ağırladılar. Ne kadar sürdü ölçmedim, mağduru görmezden gelip,
saldırgana söz hakkı verdiler. Bu zaten yanlış…Bir de dikkat edin, sözümona
sansür gevşedi ya 5-6 gün sonra, ama ben hala televizyonda ya da gazetelerde,
Gezi Çocuklarını görmedim. Kimse onlara mikrofon uzatmıyor hala. Tartışma
programlarına da çağırmıyor. Tek yanlı yayına devam…
Altaylı’ya dönecek
olursak, onun gazeteciliği öyle bilinmeyen bir tarz değil. O şimdiye kadar
klasik olarak hep iktidarların sözcülüğünü yaptı. Ben Altaylı’nın olumlu, doğru
dürüst bir gazetecilik faaliyetini
hatırlamıyorum. Eren Keskin’e hakaretlerini hatırlıyorum. Öcalan’la
röportaj yapıp, bantları MİT’e teslim ettiğini hatırlıyorum. Sosyal medyada da
çok eleştiri aldı. İşin içine eşi bile karıştı, ki ben özel hayata özel olarak
saygı gösterilmesinden yanayım, yeni bir yandaşlık sayfası daha eklendi
CV’sine. Halbuki dünyanın her yerinde muhabirler, gazeteciler,
Cumhurbaşkanlarıyla, Başbakanlarla söyleşi yaparlar. Açın BBC’yi, CNN İnt’i ya
da TV5’i gazeteci, tabi ki herkesle
söyleşi yaparkenki gibi, yani nazik, efendi bir şekilde sorularını
sorar, cevapları kaydetmekle yetinmez, iç çelişkileri, bilgi eksikliklerini
kısacası her türlü tenakuzu yakalamaya çalışır ve bir olumsuzluk varsa bunu da
söyleşi yaptığı kişinin yüzüne karşı
söyler. Soru sorarken de karşısındakini güçlendirmeye onaylamaya yönelik
sorular sorulmaz, çünkü siz orada gazeteci olarak Erdoğan’ın Altaylı’sı olarak
bulunmuyorsunuz, siz orada yurttaşın, ezilenin, sesi çıkmayanın sözcüsü
temsilcisi olmak zorundasınız. Başbakanın karşısında, Başbakan’a sorusu olan,
derdi olan insanların sözcüsü olmak durumundasınız. Altaylı, iyi söyleşi yapmak
istiyorsa mesela BBC’de Hard Talk’ı izlesin. Ama tabi bence mesele mesleki ve
teknik bir mesele olmaktan çok ideolojik ve siyasi bir mesele… Altaylı, gazeteci
olarak kendisini topluma/izleyiciye/okura değil iktidara kabul ettirmeyi tercih etmiş
bir isim. Bu türlere dikkat edin, bunlar sıradan insanlara hele muhaliflere
karşı arslan kesilirler, iktidar karşısında ise süt dökmüş kediye dönüşürler. Türk
egemen medyasında bir tek Fatih Altaylı örneği olsa neyse…
-Holdinglerin reklamları
kesme girişimlerinden söz ediliyor. Hangi holdingler, ne gibi kaygılarla reklam
desteğini kesmek istemiş olabilir?
Erdoğan söyledi bunu. O
daha iyi bilir. Ayrıca bu holdinglere gerekeni yapacağını da ekledi. Şimdiye
kadar, bir medya planlaması ve reklam işine bulaşmamıştı, nihayet o alanda da
topa girdi. Vallahi ben, holdinglerin reklam desteğini kesmektense, aman yanlış
anlaşılmasın, fiziki şiddete karşıyım ama holdinglerin kesilmesinden yanayım.
Reklam bu baş belası kapitalizmin çirkin aynası ise, holdingler bu belanın
kollarından biri değil mi?
Yorumlar