Ana içeriğe atla

KANKA GİBİ BUNLAR!


SAVAŞ/MEDYA İLİŞKİLERİ HAKKINDA ÜÇ KONU

Bu yazıda üç konu üzerinde durmaya/tartışmaya çalışacağım:
+ İlk çağlarda da savaşlardan önce hazırlanma dönemi vardı.
+ Bugünkü egemen medya neden savaş yanlısı?
+ Savaşçı medyaya karşı neler yapabiliriz?

Kanka gibi olanlar, savaşla medya... 





Elimizde bilgisi/belgesi yok ama, Habil’le Kabil kapışmadan önce mutlaka o mahallede bazı söylentiler çıkmıştır.
-         Habil, Kabil’i öldürecekmiş!
-         Kabil’in eli de armut toplamıyor herhalde…

Her savaşın öncesinde mutlaka bir hazırlık(Medya)  dönemi  var

Savaş,  kitlesel+örgütsel şiddetin en üst aşaması ise, bu son raddeye gelmeden önce mutlaka bir dizi gelişme/aşama cereyan ediyor. Öyle pat diye savaşa girilmiyor. Hazırlık aşaması var. Laf atma ile başlayabilir, şiddet tehditleri ile devam edebilir, rakibi karalamak/küçük düşürmek de ön aşamalardan biri. Meşhurdur ‘Sözün bittiği yer’ deyimi. Ondan sonra insanların sesi kısılır hatta hiç duyulmaz, çünkü top tüfek, tank uçak, helikopter mitralyöz sesleri diğer tüm sesleri vahşice bastırır. Sözün, hikmeti de, değeri de, nedeni de  artık sıfırlanmıştır o cehennem gümbürtüsünde.
İşte şiddetin yani savaşın pratik olarak/resmen başlamasından önceki aşamalar hep medya-savaş kategorisinin ilgi alanına giriyor.  İlk çağlardan bu yana bütün savaş teorisyenleri ve ideologları - ki çoğu askerdir, bir kısmı da kafası üniformalı sivil!- askeri alanda zafer kazanmadan önce mutlaka yürekleri, bilinçleri, vicdanları kazanmanın gerekliliğinden söz eder. Somut uygulamalara baktığımızda da bu ön dönem, bir nevi savaşa manevi hazırlık dönemdir. Bu dönemin esas aktörü de galiba 1. Dünya Savaşından bu yana medya.
 Chomsky, Alman Nazi propaganda mekanizmasının, aslında Birinci Dünya Savaşı boyunca İngilizlerin icat ettiği  yöntem ve yaklaşımlardan yararlandığını saptar.
Medyanın ve silahların teknolojik olarak son derece geliştiği 20. ve 21. yüzyıldaki bir örneğe bakacak olursak, ABD’nin Irak’a saldırmadan önce ABD yanlısı, Irak karşıtı, bir başka deyişle savaş yanlısı ve barış karşıtı medya organlarının içeriğini, uslubunu, terminolojisini, söylemini,  karakterini, kronolojilerini incelediğimizde, egemen medyanın saldırıyı hazırlamak, meşru kılmak, düşmanı  şeytanlaştırmak ve kendi gücünü abartmak için elinden geleni yaptığını kolayca görebiliriz.
Bir kere olay, saldırı olarak değil savaş olarak sunuluyor. Saddam, yeni Hitler olarak tanıtılıyor. ABD ve Nato’nun  ‘akıllı’ silahlarının reklamı yapılıyor. Bağdat’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu yolunda BM Güvenlik Konseyinde PPS’li gösteriler yapılıyor. Bu arada, saldırgan Batılı bir süper devlet olunca, mecburen yapacaksın, müthiş Oryantalist bir eda ile, karikatürlerde ve sözüm ona mizah yazılarında bile, Müslümanlık ve Araplıkla alay ediliyor, küçümseniyor.
Türkiye’den örnek vermek gerekirse, 1925’den bu yana Türk devleti ile Kürtler arasında, Genel Kurmay Başkanlığının ifadesi ile, süregelen Düşük Yoğunluklu Savaşta, Kürt tarafı ne zaman askeri ya da siyasi  belki de moral  bir başarı kazanacak olsa, devlet yanlısı egemen medya hemen  karşı saldırıya geçiyor: Şeyh Sait aslında İngiliz ajanı….Ya da Abdullah Öcalan, Şam’daki villasında kadınlarla vur patlasın çal oynasın…haberleri.
Çatışmaların baş göstermesinden önce yayınlanan haber ve yazıları incelediğimizde, özellikle savaşın başlayıp bitmesinden sonra yapılan araştırmalarda, savaş öncesinde medyanın esas olarak gerçekleri değil, istekleri  (Egemenlerin/Savaşçıların isteklerini) yansıttığını rahatlıkla okuyabiliriz.  Çok açık bir şekilde ajitasyon ve propaganda dönemidir bu dönem. Gerçek olabildiğince tahrif edilir, kendi işine yarayan kısmı ön plana çıkarılır,  geri kalan olumsuz kısımlar gizlenir ya da değiştirilir. Bu dönem hakiki gerçekle sanal gerçeğin yoğun bir kapışmasına sahne olur. Şimdi 1991 Amerikan saldırısı örneğine dönecek olursak, bir yandan CNN, BBC, NY Times, Daily Telegraph ve daha başka yüzlerce televizyon kanalı, gazete, dergi, İnternet sitesi ABD’nin haklı ve meşru bir operasyona hazırlandığı yolundaki bilgi ve fikirleri hem son derece yaygın hem de büyük bir profesyonellik içinde dünya kamuoyuna aktarırken, bir anlamda o kamuoyunu oluştururken, Irak resmi medyası, tüm dünyadaki savaş karşıtlarının yüzbinlerce kişilik protesto yürüyüş ve mitinglerine rağmen bu sanal egemenlik/saldırı karşısında güçsüz kalıyor. Teknolojik ve sayısal üstünlük, bugünkü siyasi-ideolojik mekanizmalarla kolay bir şekilde, saldırganlığı, sömürgeciliği haklı ve meşru kıyafetlere sokabiliyor. Ramonet bunu açıklarken, sıradan bir yurttaşın TV karşısında, aynı anda dünyanın dört bir yanından naklen yayın yaparak bilgi aktaran bir kurumun, dolayısıyla çok zengin ve büyük bir kurumun, yalan söyleyemeyeceği inancını taşıdığını  hatırlatıyor. ‘Koca Amerikan teknolojisi ve medeniyetine mi inanacağım, yoksa kıçık kırık Arap diktatörüne mü?’   yaklaşımı bizde de bazı kesimlerde revaçta bir yaklaşım.
Savaş-medya ilişkisinde sıkça kullanılan bir deyim de ‘Savaşta önce gerçekler ölür/öldürülür’ dür. Doğru. Çünkü saldırganın sanal gerçeği, savaş öncesi ve savaş sırasında, mağdurun hakiki gerçeğini mat etmiştir hatta sürklase etmiştir. Ne var ki, sanal gerçek, hakiki gerçeğe karşı ancak geçici, sınırlı, yüzeysel ve tedrici başarılar kazanabilir. İlk başta yenilen, mat olan hatta bir ara ortadan kaybolan/kaybolduğu sanılan hakiki gerçek, bir süre sonra, sağlam, kalıcı ve devasa bir şekilde tüm heybetiyle sanal gerçeği siler, kendi yüzünü, hakiki gerçeğin yüzünü cümle aleme gösterir.

Egemen medya neden savaş yanlısı?

Bu soruya verilecek yanıtlar zamana, mekana ve egemen medya mülkiyetine bağlı olarak değişiyor. Mesela Türkiye örneğine/örneklerine bakacak olursak, Türk egemen medyası,  Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kore, Kıbrıs ve Kürt savaşlarında hep ordudan yana yayın yaptı. Kuşkusuz Türk egemen medyasının bağımsız olmaması, esas olarak siyasi-ideolojik-ekonomik iktidarın sözcüsü olması nedeniyle devletin/ordunun her siyasetini ve uygulamasını savunmasının ve desteklenmesinin yanı sıra, yukarıdaki üç örneğin her birinde ortak ve farklı nedenlerle medya askeriyeyi açık bir şekilde destekledi.  Yine de ilk başta genel bir yanıt vermek gerekirse, yani sorunun özünü oluşturan konuya inmek gerekirse, egemen medyanın savaş yanlılığını açıklayan ilk olgu, medya mülkiyetidir.
Akla gelen ilk iki örnekten biri ABD’den diğeri Türkiye’den. ABD’nin şebeke televizyon kanallarından bir olan NBC’nin bağlı olduğu holdingin bir diğer şirkeri de General Electric.  Bu logo belki Türkiye’de  daha çok  bir  buzdolabı  markası olarak bilinir ama GE aynı zamanda uçak motoru da üretir. Savaş uçak motorları da…Şimdi bu holdingin iki şirketinin çıkarları çelişiyor. Çünkü GE savaştan yana, ki yeni uçak motoru imal edip satsın, NBC ise, hiç olmazsa teorik olarak savaşı mümkün olduğunca tarafsız bir şekilde izleyip aktarmanın derdinde. Hatta mesleki olarak, savaş, sözün bittiği yerde başladığı için, televizyonculuk da görüntüyle söz –fikir üretme ve yayma mesleği olduğu için, NBC de savaşa  karşıdır. ‘Savaşta önce gerçekler ölür’ deyişinin doğruluğunu da bilen NBC, gerçeğe yaklaşma/gerçeği arama işi olan televizyon haberciliğinde başarılı olabilmek için de savaştan yana değil. Ne var ki holding içi ilişkilerde, uçak motoru şirketinin stratejisini holdingin televizyon şirketi belirlemiyor. Hiyerarşik olarak TV şirketinin bir önceliği yok. Ayrıca, uçak motoru şirketi TV kanalına oranla çok daha yüksek bir ciro ve kârla çalışıyor. Zaten aslında holdingin TV kanalı, holdingin diğer şirketlerinin çıkarlarını yaygınlaştırmak/savunmak için kurulmuş/faaliyet gösteriyor. Dolayısıyla NBC, GE’in çıkarları aleyhine yayın yapamaz. Nitekim de yapmadı. Ama GE için aynı kural  geçerli değil.
Bu arada, ayrı bir konu, bir Amerikan püritanizmi ya da siyasi olarak doğru olma kaygısıyla, NBC, doğrudan GE ile ilgili bir haber yayınladığında, izleyicilere ne kadar dürüst ve şeffaf olduğunu göstermek için alt yazıdan ‘GE, NBC’nin de dahil olduğu holdinge bağlıdır’ diye bir ibare geçer. Yani ‘reklam yapmıyoruz, haber veriyoruz, kardeş şirketimizdir, haberiniz olsun’un Amerikancası. Kuşkusuz, Körfez Savaşıyla ilgili haber ve yorumlarda, NBC, bombalanan köy, kasaba ve kentlerin görüntülerini yayınlarken, alt yazıda ‘Bu bölgeyi bombalayan uçakların motorları kardeş şirketimiz GE tarafından üretilmiştir’ ibaresini geçmedi. Şeffaflıkla dürüstlüğün de bir sınırı var!
Yerli örnek, aynı dönemde, Mardin civarında ortaya çıktı. Mart teskeresi henüz geçmemiş ama İskenderun’dan  Amerikan öncü ve keşif birlikleri gelip  Irak sınırına yerleşmeye başlamışlar. Mardin’de araziler kiralanıyor, İngilizce bilenler tercüman olarak istihdam ediliyor. Bu arada Doğan Holding’e bağlı  akaryakıt şirketi Petrol Ofisi de, bölgeye gelen ve gelecek olan ABD’nin tüm  askeri birliklerinin ve araçlarının  (Tanklar, zırhlı personel taşıyıcıları, uçaklar, helikopetler… vs…) yakıt ihtiyacını karşılamak üzere Amerikalılarla bir sözleşme imzalamış. Miktar milyon dolarlarla ifade ediliyor. Tatlı kazanç… Teskerenin rededilmesinin ardından Hürriyet gazetesinde ‘Good by Mardin…’ başlıklı hüzünlü bir haber çıktı. Hürriyet, Mardin’e gelen Amerikalı savaşçının ağzından konuşuyordu. Haberin doğru başlığı aslında ‘Good by good  profits’ (Güle güle  tatlı kazançlar…) olmalıydı. Teskere Türkiye’nin savaşa girmesini engellerken, maalesef Doğan holdingin de güzel paralar kazanmasını önlüyordu. Hürriyet ve tüm Doğan medyası, yukarıdaki Amerikan örneğine benzer bir şekilde zaten Irak’a yönelik saldırıdan yana hem haber hem de köşe yazıları ile büyük bir kampanya yürütüyordu. Dar anlamda, kendi maddi çıkarları için de çalışıyorlarmış, PO’nin kazancı azalınca özel çıkar için de yayın yaptıklarını anladık.
İşte bu, yani doğrudan maddi çıkar, egemen medyanın savaş yanlısı olmasına neden oluyor. Bazen, bu maddi çıkar olmasa da, yani medya kuruluşu, savaştan doğrudan bir maddi çıkar elde etmeyecek olsa da, savaş yanlısı bir yayın politikası güdebilir. Medya mülkiyetinin ya da medya yöneticilerinin bazen bireysel bazen kolektif ideolojik tercihleri bir TV kanalının ya da bir gazetenin bir savaşı açıkça desteklemesine sebep olabilir. Maddi çıkarın doğrudan var olmadığı hallerde, medya mülkiyetinin siyasi ya da askeri iktidarla olan bağımlılık ilişkileri rol oynayabilir. Kore savaşında mesela, herhangi bir  medya mülkiyetinin savaştan galip çıkma ihtimalinde,  Güney ya da Kuzey Kore’de arsa ya da yatırım kolaylığı sağlayamayacağı herhalde biliniyordu. Ama ABD dayatması, yine Amerikan renkli Türk milliyetçiliği, geleneksel ve ilkel ayrıca da cahil anti-komünizm sayesinde dönemin Türk  gazeteleri Kore savaşını destekledi. Bir gazete bağımsız olmayınca, habere/gerçeğe göre değil, işverenine, iktidara, mahalle  baskısına göre yayın yapıyor.
Milliyetçilik, ırkçılık yabancı düşmanlığı, anti-komünizm  maddi çıkar olmadan da, ki çoğu zaman dolaysız ya da dolaylı bir şekilde, ya da geç veya erken bir aşamada ortaya çıkar, yani vardır,  Cumhuriyet’ten sonra sırasıyla SSCB, Yunanistan, Bulgaristan, İran, Ermenistan, Kıbrıs  ve  Arap ülkeleri gibi Türkiye’nin sınır komşularına yönelik düşmanlığı bazen de askeri operasyonları destekleyen, bunlara zemin hazırlayan en önemli ideolojik gerekçeler.
Türkiye’nin tayin edici önemde iki iç siyaset  meselesi olan Kürt ve Ermeni sorunlarında da, düşmanlığı ve savaş taraftarlığını güçlendiren en önemli aktörler, milliyetçilik, ırkçılık ve resmi tarih anlayışı…
Kuşkusuz bu saldırgan ve savaşçı ideolojiler, Orta Asya’dan bugüne talan ve istila ile Viyana kapılarına kadar uzanan fetihçi ruhun varlığı sayesinde sürekli olarak gündemde tutulmaya çalışılıyor. 1453 ve 1071 bu aralar moda haline getiriliyor…Ecdadımız, Osmanlı kahramanları edebiyatı güncelleştirilirken bunun bir tarih merakı olmadığı açık.
Her Genel Yayın Yönetmeni kendisini 21 yaşındaki  2.Mehmet olarak hissederse onların gazete ve televizyonları da kuşkusuz, 1453’ün mayıs sonrası Konstantinopolis’in sokaklarına benzer: Ceset yığınları arasından akan kan ırmakları, taş üstünde taş bırakmayanların geçtiği  istila ve yangın yeri…
Kültürel olarak Karaoğlan, Battal Gazi masalları ile büyütülmüş kuşaklardan sonra Süpermen, Örümcek Adam, Batman kuşaklarının  da, medyada ya da herhangi bir mecrada minimum düzeyde iktidara sahip olunca, hemen bir Sultan Süleyman çakmasına dönüşmesi ayrıca vahimdir. Bilgisayar oyunlarından Amerikan bilardosuna(Tilt), çizgi romanlarda, kurgu filmlerine, pornografik sinemadan çizgi filmlere her yerde çok fazla şiddet ve iktidarperver bir atmosferde yetiştiriliyor ve yaşıyoruz. Kardeş katliamına resmen cevaz veren bir soyun devamı olarak, medyadaki saldırgan ve savaşçı tutumlardan rahatsız da olmuyoruz.

Savaşçı medyaya karşı neler yapabiliriz?

Bu soruya verilecek yanıtlar aslında biraz da (egemen) medyanın neden savaşçı olduğu ile ilgili. Bu alanda kısa, orta ve uzun vadeli önlemler ve öneriler sözkonusu.
Medya mülkiyeti önemli bir sorumlu ise, yeni medya düzeninde, daha doğrusu özgür ve demokratik medya düzeninde, medya mülkiyetini başta okurlar yani yurttaşlar olmak üzere toplumun tüm kesimlerine özellikle de emek katmanına yaymak gerekir. Medya işi,  kurum olarak siyaset, ticaret, maliye ve sanayiden bağımsız olması gerektiği için, bu alanlarda at koşturanların medya mülkiyetinin sın derece kısıtlanması gerekiyor. Hastanelerden hapishanelere, okullardan tüm sivil kuruluşlara kadar her toplumsal örgütün, küçük, özerk, çalışanların ve okurlarının siyasi ve mali sorumluluk ve denetiminde medya adacıkları yaratmaları gerekiyor. Düşünebiliyor musunuz,  profesyonel bir orduda, askerlerin sendikası var –Olacak tabi ki…Çünkü üniformalı olsan da sen aslında ve hâlâ bir işçisin!-  ve bu sendikanın bir radyosu, bir televizyonu, bir internet sitesi, bir gazetesi var. Tabi ki bu asker medyası savaşa karşı çıkacaktır.
Kısaca söylemek gerekirse, savaşçı medyanın medya mülkiyeti boyutunu kırmak için, merkezi, dev, global, ulusal hatta bölgesel medya örgütlenmeleri yerine, büyük ölçüde ademi merkeziyetçiliğe (Décentralisation)  giderek, yetki ve sorumluluklar daha küçük toplumsal ve siyasal birimlere devredilmeli (Déconcentration) .
İşin kültür ve eğitimle ilgili önemli bir boyutu da var ki, belki de ana okullarından başlatılmalı. Barış dili, barış eğitimi…
Kendimizle, kendi tarihimizle doğru dürüst yüzleşmeden, kanlı geçmişi ciddi bir şekilde tahlil edip temizlemeden, zihniyet değişikliğini gerçekleştirmek oldukça zor. Osmanlının talan-istila siyaset ve uygulamalarından başlayıp, hatta belki de Uhud Savaşından, bu toprakların geçmişindeki tüm şiddet içeren siyasal ve toplumsal olayları, demokratik ve barışçı bir perspektifle inceleyip değerlendirmek, öteki ile ilişikleri ciddi bir şekilde eleştirmek gerekiyor. Somut olarak  kütüphanelere girip, 1923’den bu yana (1915’i de mutlaka eklemeli)  tüm savaş ve askeri operasyonları, tüm nefret söylemini liste halinde dökmek  ve değerlendirmek gerek.
Savaşçı medyayı boykot etmek, konjonktürel bir önlem olarak önerilebilir. Bu arada barış dilini konuşan bir edebiyatın ve gazeteciliğin yetişip yerleşmesi lazım. Barış gazeteciliği temel gazetecilik olarak eğitim ve öğretim müfredatına girmeli.
Uzun, orta ve kısa vadeli önlemleri uygulamak için aslında gerek teorik gerekse pratik olarak yeterli literatür, malzeme, örnek hatta rol model var. Mesele salt gazetecileri ilgilendirmiyor. Sorun siyasi ve toplumsal bir sorun. Dolayısıyla sadece medya sektörünün, iletişim akademilerinin, medya kuruluşlarının tek başına çözebileceği bir sorun değil.
Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu gibi barut fıçılarının ortasında konuşlanmış bir ülke ve toplumda bütün bunları yapabilmek çok mu hayalci? Evet çok hayalci.
Olsun!

(*) Bu yazının edit edilmiş ve biraz kısaltılmış bir versiyonu, 78'lilerin Dergisi Tükenmez'in son sayısında (Kıs 2012) yayınlandı.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla