2011'de Melbourne Modern Sanat Müzesinde bir Tanıdığa Rastladım!
5. KITADAN (2)
Avustralya’ya, ‘Kürt Meselesi ve Düşünce Özgürlüğü’ konusunda konferanslar vermek amacıyla davet edildiğim için, Kürt meselesi kaçınılmaz olarak en çok tartışılan konu oldu. Sydney’de Türkiyelilerin yoğun yaşadığı Auburn Belediyesinin salonunda bir konferans, Melbourne’da da Coburg Belediye salonunda bir konferans ile iki sohbet toplantısında Kürt meselesinin çeşitli boyutlarını konuştuk. Zaman zaman medya sorununa da değindik. Avustralya’da yaşayan Türkler ve Kürtler, belki de biraz Batı Avrupa’da olduğu gibi, aynı ülkeden gelen insanların birlikte yaşaması sayesinde konuya Türkiye’dekine oranla hem daha bilgili hem de daha duyarlı gibi geldi bana. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve milliyetçilik konularında da, ne de olsa yabancı bir ülkede yaşamanın yarattığı atmosfer sayesinde, olumlu yaklaşımlar, izlenimler edindim. Yine de Türk sosyalistleri ile ‘Kürt hevaller’ arasında, bazen de Alevi kimliğini ön plana çıkaran kesimler arasında her zaman tam bir mutabakat sağlanamıyor. Sınıf çizgisi, ulusal kimlik ya da etnik çizgi, bir de mezhep kimliği çizgileri anlaşamasalar da, bir arada yaşayabiliyor. Hele Sydney ve Melbourne’da 3 derneğin bir araya gelip ilk kez Türkiye’den bir konuşmacı davet etmeleri, beni ziyadesiyle memnun etti. Önümüzdeki dönemde solcu, Kürt ve Alevi derneklerinin daha yoğun işbirliği, eylem birliği yapacaklarını öğrenmem de ayrıca sevindirici oldu. Mesela Melbourne’daki Cemevi, konsolosluğun sağcı, dinci ve Pennsylvania Mescidi ile iftar yemekleri düzenlemelerine karşı ‘Laik devlet, dini toplantı yapamaz, yapmamalı’ teması ile bir kampanya başlatmayı tasarlıyordu. Türk sosyalistleriyle Kürt arkadaşlar da hemfikirdi bu konuda.
Ben oradayken, Silvan Olayı henüz meydana gelmemişti. İmralı’nın ‘devletle’ yaptığı görüşmelerden çıkan ‘Barış Konseyi’, tutuklu milletvekilleri, yemin krizi, AKP’nin 3. dönemi tartışmaların odak noktasını oluşturdu. Ne yazık ki, Melbourne’dayken Silvan hadisesi bilgisi geldi. Nispi iyimser ve barışçı hava yerini her kesimde olumsuzluğa, karamsarlığa bırakır gibi oldu.
İnsan yurtdışındayken memleketle daha çok ilgileniyor. İnternet’e teşekkürler, Türkiye’de iken okumadığın gazetelerini de okuyorsun, izlemediğin radyo-TV programlarını da izliyorsun. Gerçi 7 saatlik fark nedeniyle kimse doğru dürüst ‘canlı’ bir şekilde Türkiye televizyonlarını izlemiyor. Ama Avustralya’nın SBS radyosunun her gün saat 15.00’deki Türkçe yayını oldukça popüler.
Bizim solcular, Avustralyalı alternatif radyocular kooperatifinde, yakın zamana kadar haftada bir saat yayın da yapıyorlarmış ama sonra yeteri kadar gönüllü kadro bulamayınca yayına son vermek zorunda kalmışlar. 1-2 Türkçe gazete de gördüm. Türkiye ve yerel haberlerin yanı sıra bol ilan ve reklam vardı.
Sydney’le Melbourne arasında hem garip, hem hoş bir rekabet var.İki kent bir çok açıdan birbirine benziyor ama Türkiyeliler dahil herkes adeta GS-FB rekabeti gibi kent tutuyor. Sydney, yüzölçümü açısından galiba biraz daha büyük ve daha eski bir kent. Melbourne ise gerek siyasi gerekse kültürel açıdan daha zengin gibi. Sydney’deki arkadaşlar beni Melbourne’a uğurlarken ‘Aman ha, Melbournelulara Sydney’in ne kadar güzel bir kent olduğunu anlatmayı unutma’ dediler. Hani küçük çocuklara ‘Anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı?’ diye sorarlar ya… Ev sahibi o kadar iyi organize olmuştu ki, Sydney’deki 2. ya da 3. günümde, Melbourne’daki arkadaşlar da geldi, sonra Melbourne’a onlarla birlikte gittik. Aslında tercih yapacak kadar bilmiyorum iki kenti. Bence ikisi de yeşil, ferah, geniş…
Taa Sydney’e gidip Nihat Ziyalan’ı ziyaret etmemek olmazdı. Bir akşamüstü banliyödeki evine konuk olduk. Hayvan/Öküz dergilerinden ortaklığımız var, Istanbul’a bir geldiğinde de merhabamız. Eşiyle çok sıcak karşıladı bizi. Çaylarımızı yudumlarken, Türkçe’den uzakta yaşamak, edebiyat-sol, Kemalizm-Marksizm gibi konulara daldık. ‘Ben burada Adanalı gibi yaşıyorum hala’ diye başlayıp çocukluk arkadaşı Yılmaz Güney’den yaşanmış öyküler anlattı. Ortak dostlarımızın kulaklarını çınlattık. Son kitabı ‘Attım kapağı yurtdışına’ romanını imzaladı verdi, sağolsun, içine de son şiirini koymuştu. Edremit’te yaptığı vatani görevine güzel bir gönderme… Eve dönünce kitabın başında yer alan yaşam öyküsüne göz attım. 1936 doğumlu olduğunu öğrendim. Oysa ki çok daha genç ve dinç gösteriyordu. Temiz hava, bol gıda, nispeten stressiz bir yaşam…Çocukları ve torunları ile mutlu bir yaşam. ‘Ben Türkiye’de kalsaydım, yazamazdım bu yazdıklarımı’ dedi.
Özel olarak ziyaret etmek istediğim iki arkadaş daha vardı. İkisi de Melbourne’da. Muzaffer Oruçoğlu ve Bülent İbrişim.
Biz geçmişimize sadık insanlar olarak, o dönem şu ya da bu ortamda, ama esas olarak siyasi ve ideolojik hatta örgütsel olarak birlikte olduğumuz arkadaşları unutmayız, merak ederiz. Bugün ne konumda olurlarsa olsunlar.
Bülent İbrişim, SBS’in Türkçe yayın sorumlusu idi. Benden arada bir haber, yorum alırdı. 80’den önce de bizim Parti’nin Bilim Kurulunda, Ankara’da çalışırdı. Ben de Istanbul’da gazetede. Ben radyoculuğun, televizyonculuğun, haberciliğin hep siyasi-ideolojik bir alan/iş olduğunu savunuyorum. Kısacası, siyasi-ideolojik kültürü/doğrultusu olmayan insandan doğru dürüst gazeteci çıkmaz, diyorum. Bülent, SBS’de işte bu siyasi-ideolojik tercihleri sayesinde son derece başarılı bir yayıncılık yaptı. Sesi zaten çok mikrofonik ve haber okurken de tonlamaları çok iyi yapıyor. Ayrıca da o bölümde birkaç kuşak genci radyocu olarak yetiştirmiş. Kime sorsam Bülent hakkında herkes olumlu konuştu. Herkes Bülent’in siyasal tercihleriyle her zaman hem fikir olmasa da. Ama Bülent de kendi siyasal tercihlerini mesleğine karıştırmayacak kadar profesyonel.
Bülent bazı sağlık sorunları yaşamış, zaten emekliliği de yaklaşmış, bu aralar izinli idi. Zahmet edip otele kadar geldi, uzun uzun sohbet ettik. Eski arkadaşlarımızın kulaklarını çınlattık. Ama benim açımdan bu buluşmanın en önemli ve en heyecan verici yanı, Bülent’in yeni ilgi alanı. ‘Fetullah Gülen cemaatine bakarken takıldı aklıma. İnsanları, kitleleri nasıl manipüle ediyorlar? Beyin nasıl yıkanıyor? Dar anlamda bakmıyorum meseleye. Sadece siyasi olarak da bakmıyorum. Derdim, bağımsız birey…’ diye başladı. Sonra İngiliz devletinin 1. Dünya savaşında kullandığı ajitasyon-propaganda tekniklerinden, Chomsky’ye, Göbbels’den Brevnev’e, hatta bu arada kendi gençlik dönemimize bile gittik. Adelaide Üniversitesinden birkaç profesör arkadaşı ile bir proje olarak çalışıyor bu konu üzerinde. Vamık Volkan’ın siyasal psikiatri mi nedir, öyle bir şey değil Bülent’inki. Başarırlarsa ilginç bir model çıkabilir ortaya.
Muzaffer Oruçoğlu adını 60lı-70li yıllarda devrimci harekete katılmış az çok herkes bilir. Aslında ruhen toptan sanatçı bir insan. Resim yapar, heykel yapar, roman yazar. Melbourne’da ilk gördüğümde taş çatlasa 40-45 yaşlarında bir delikanlı gibi. Halbuki nufus kağıdı en az 20 yıl büyük. Sakin sessiz, ilk başta yavaş ve ağır konuşuyor, konu celallenince hitabet gücü ve ses hacmi yükseliyor. Konferansta ayaküstü tanışıp konuştuk. Sonra şehir dışındaki müze-evine gittim. ‘Komşular beni önce çöpçü zannediyordu. Gel, gel burada da atılacak bir şey var. Gel bunu al… filan diyorlardı. Sonra işte bu heykelleri gören komşular bana ‘You are an artist!’ demeye başladılar’. Muzaffer atıklardan Botero-Giacometti karışımı heykeller yapıyor. Sohbete başladığımızda son 40-50 yıl içinde solcu harekete katılmış onlarca insanın adı geçti. Bizim için çok da güzel bir sofra hazırlamıştı. Her şey doğal, her şey organik. Dersim’in köylerini tek tek gezmiş vakti zamanında. DABK dönemi. Kaypakkaya’nın Çapa’dan okul arkadaşı. Bugün kimisi Silivri’de kimisi holding patronu eski ‘yoldaşlarını’ çok güzel anıyor. 3-4 saatlik muhabbetin sonuna doğru Muzaffer sıla hasretini de dile getirdi. Olmaz mı?
Sydney ve Melbourne’da Aussie’lerle de tanıştım. Sağolsun organizatörler, kıtanın en önemli ciddi/muhalif gazetesi The Age, Sol-Yeşil koalisyonun dergisi ve Pen Club Melbourne’ün yetkilileri ile görüşmeler ayarlamışlardı.
The Age’de şansımıza Filistinli bir meslekdaş düştü. Ortadoğu’yu bu arada Türkiye’yi de biliyor. Hazırladığı sorulardan o bildiğimiz Batılı oryantalist gazetecilerden olmadığını kanıtladı. Gazetesinde anglo-saksonların dışındaki kesimlere önem verilmemesinden yakındı. Yazı İşlerini gezdik. Aşırı sakindi. Bölümlerde en fazla 3 kişi vardı. Mutfak nerede? dedim. Pis pis sırıttı. Dışarı taşeron bir şirkete vermişler. Gazetenin muhabirleri var, editörleri var, ama sayfalar dışarıda başka bir grup tarafından yapılıyor. Editoryal bağımsızlık ne oluyor bu durumda? Olmuyor!
Sol-Yeşil koalisyon Troçkimtrak bir grup. Sıkış tepiş bir kitaplığın içinde bulunan merkezlerine gittik. Genç bir akademisyen geldi. O da iyi hazırlanmıştı. Kürt meselesini anlamaya çalışan Avustralyalı bir solcu.
Melbourne Pen Club’ün Başkanı ve üç yazarla da tanıştım. Yaş ortalaması yüksekti. Merkezleri tamirattaymış. Lüks bir otelin lobisinde randevu verdiler. Bizim Pen’in şimdiki Başkanı Tarık Günersel’i tanıyorlarmış. Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’i de okuduk dediler. Güzel. Ama sonra, ismi lazım değil bir hanım şair-yazardan edindikleri Türkiye manzarasını aktardılar ki, bilmeyen 1789’un Fransa’sını anlatıyor sanır. Gerekli ayarı vermek zorunda kaldım. Ahmet Şık ve Nedim Şener ile diğer tutuklu gazeteci ve yazarların durumu hakkında bilgi istediler. Durumu izleyeceklerini söylediler.
Sydney’de ve Melbourne’da beni her gün bir arkadaş gezdiriyordu. Konuklara hep öyle yapıyorlamış. Çok da iyi oluyor. Zaten bir program var, ama duruma göre kendimiz de havanın ya da halet-i ruhiyemizin durumuna göre özel programlar da yapıyorduk. Ben aslında biraz yoruldum. Onu da itiraf ettim: Yahu sizin buradaki bir günlük programınızı, ben Çanakkale’de neredeyse bir haftada yapıyorum!
Beni ‘The Age’ gazetesine götüren arkadaş, görüşmeden sonra ‘Kantinde bir şeyler yiyelim’ dedi. Self-servis. Ben bir sandviç aldım. Masaya geldim. Bir baktım bizim arkadaş suşi almış. ‘Hayatımda ilk defa suşi yiyen bir Kürt gördüm’ dedim. Güldü. Sürrealist öykü başlığı gibi: Suşi yiyen Kürt! ‘Güzel oluyor vallahi, hele acı sosuyla iyidir’ dedi. Aslında çok sevindim, çünkü genel olarak bizler, damak tadı konusunda biraz tutucuyuzdur, değil mi? Bin yıldır Avrupa’da yaşayıp hayatında Türk lokantasından başka lokantaya gitmemiş onlarca insan bilirim. Bir haftalık yurtdışı resmi gezilerine katılan zevatın çantasında beyaz peynir ve zeytin de vardır.
O akşam Victoria Kürdistanlılar Derneği’nin geçici lokalinde (Çünkü esas lokallerini kundaklamışlar) sohbet toplantısı vardı. Bir belediyenin kültür-eğitim merkezi gibi bir bina. Bizim toplantı başlamadan önce, Melbourne’a geldiğim sabah evlerinde bize sabah kahvaltısı veren çiftin eşine rastladım.
-Hayrola?
-Yoga’dan çıktım. Üstümü değiştirip geleceğim hocam… dedi.
Suşi yiyen Kürt’ten sonra ‘Yoga yapan Alevi’yi de görmüş oldum.
5.Kıtadan (3)’de artık toparlıyorum: Unuttuklarım, kitaplar, müzikler, Aborjinler.
Yorumlar
Eski bir AusKurd