• Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın ‘Ergenekon üyeliği’ ve ‘Halkı kin ve nefrete kışkırtmak’ iddiasıyla, ev ve işyelerinin basılıp gözaltına alınmaları gerek hukuki açıdan gerekse basın özgürlüğü açısından son derece sorunlu, çelişkili bir operasyon. Hukukun olmadığı yerde ilk başta güçlüler sahneye çıkar ama sonra…
Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay ile başlayan, bilahare Soner Yalçın ve arkadaşlarını da içeren arama-gözaltı furyası, dün sabah da, aralarında Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de bulunduğu gazeteci arkadaşlarımızı da polis, savcı ve gardiyanlarla karşı karşıya bıraktı.
Sorunu galiba önce hukuki sonra da basın özgürlüğü açısından ele almakta yarar var:
Şık ve Şener’in ev ve işyerleri, ‘Ergenekon Terör Örgütü üyeliği’ ve ‘Halkı kin ve nefrete kışkırtmak….’ iddiasıyla sabahın köründe basılıyor, arama yapılıyor, sonra da bu arkadaşlarımız gözaltına alınıyor.
Bir gazetecinin mesken mahremiyetini çiğnemek ve bilahare gözaltına almak için pek de yeterli ve ikna edici gerekçeler değil Savcılık makamının arama-gözaltı kararında belirttiği iddialar.
Bir kere, bir insana böyle bir muamele uygulamak için, yakıştırdığınız/iddia ettiğiniz suçun somut ve fiili olması gerekir. Terör örgütü üyeliği ya da halkı kin ve nefret… iddiaları hukuken zayıf hatta çürük. Ahmet’le Nedim bu iki suçu nerede nasıl işlemişler? Hangi yazıda? Hangi kitapta? Böylesine genel ve muğlak bir suç yakıştırmasıyla herkesin evini basıp gözaltına alma yolu açılır.
İkinci olarak, benim hukuk mantığım, arama ve gözaltı kararının aynı anda çıkarılmasını hukuka aykırılık olarak adediyor. Çünkü Savcılık, arama kararını verirken, belli ki, suç delili aramak için bu talimatı çıkarmış. Peki, aramanın yanı sıra gözaltı kararını da eşzamanlı olarak çıkartmak, Savcılık’ın aramada mutlaka bir suç delili bulacağından emin olduğunu gösterir. Kötü niyet ve kasıt arıyor insan.
Aklımıza kaçınılmaz olarak ‘önce zanlı sonra delil’ anlayışı geliyor ister istemez. Soner Yalçın vakasında olduğu gibi potansiyel zanlının evinde işyerinde yapılan aramada suç delili bulunmaz ise, bu delil bilahare yaratlıyor/ekleniyor.
Oysa ki hukuk devletlerinde normalde ne yapılır?
Savcı, iddianamesini oluşturmak amacıyla, delil toplayan hukuk adamı olarak, zaman zaman medyadan ve gazetecilerden de yararlanabilir, yardım isteyebilir. Savcılar zaten medyada yer alan bilgi ve bulguları da suçu kanıtlamak amacıyla, iddianamelerine ekleyebilir.
Savcı-gazeteci ilişkisinde, medeni ülkelerde, şöyle bir uygulama da var: Savcı, iddianamesini hazırlarken, medyada yayınlanan bilgileri yeterli görmez, sözkonusu yazı, haber ya röportaj hakkında ayrıntılı bilgiye ihtiyaç duyarsa, gazeteciyi tanık sıfatı ile davet eder, kendisinden bazı ayrıntılar sorabilir. Gazeteci bu durumda, haber kaynağını ifşa etmeme hakkına sahip olduğu gibi, Savcı’nın sorularını yanıtsız bırakma hakkına da sahiptir. Dolayısıyla Savcı’nın işbirliği teklifini rededebilir. Ama isterse, kendisi yani medya açısından önemli bulmadığı, bu nedenle de yazısında yer vermediği bir ayrıntı, Savcı’nın ilgi ve dikkatini çekmişse, tekrar ediyorum isterse, bu ayrıntıyı Savcı’yla paylaşabilir.
Bu uygulamayı, işte tam da Şener ve Şık gibi Ergenekon uzmanı iki gazeteci ile gerçekten hukuk adamı olan bir Savcının ideal ilişkisine örnek olsun diye verdim. Oysa ki bugünkü uygulamada, Savcılık makamının sürmekte olan Ergenekon soruşturmasına yeni bilgi ve belge eklemekten çok, yeni zanlılar katma amacını güttüğünü görüyoruz.
Şık ile Şener’in Ergenekon üyesi olmadıklarını bütün gazeteci camiası, okurlar ve bu iki meslekdaşımızın şimdiye kadar yazdıklarını okumuş olanlar, dolayısıyla görevleri gereği ve teorik olarak Savcılar da biliyor.
Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargah adlı örgüte üye olması ne kadar mümkünse, Şener’le Şık’ın Ergenekon üyesi olması o kadar muhtemel .
Bence Savcılık makamı, Ankara Barosu Başkanının belirttiği üzere hukuki usulleri de çiğneyerek bu tür uygulamalar yaptığı gibi, bence pek de içten davranmıyor. Çünkü mesela Türk Ceza Kanununda, ‘Hükümeti eleştirmek yasaktır. Eleştirenlerin ev ve işyerleri aranır ve gözaltına alınır’, ‘Fetullah Gülen Cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesini teşhir etmek yasaktır. Teşhir edenlerin ev ve işyerleri aranır ve gözaltına alınır’ diye maddeler olsaydı bugünkü uygulamalar, büyük bir ihtimalle bir kanun devletinde (!) sorun yaratmazdı.
Şener ve Şık ile diğer tüm gazetecilere uygulanan bu baskı, esas ve usulden hukuka aykırı olduğu için basın özgürlüğüne yönelik bir tehdit.
Şener’le Şık’ın durumlarını basın özgürlüğü açısından ele aldığımızda durum yine vahim. Çünkü bu iki meslekdaşımız, sadece siyasi ya da söylem olarak değil, yazıları, araştırmaları ve kitaplarıyla, yani somut olarak, siyasi iktidarı ve F-tipi örgütlenmeyi teşhir eden arkadaşlarımız. Belli ki onların bu çalışmaları bir kesimi fazlasıyla rahatsız etmiş. Özellikle Şener’in son kitabındaki Dink-Ergenekon bağlantısı hakkındaki somut ipuçları ile Şık’ın henüz yayınlanmamış kitabındaki F-tipi nebulanın Emniyet içindeki örgütlenmesini yine somut bilgi, belge ve tanık açıklamalarıyla teşhir eden çalışması, bir cenahta paniğe yol açmış.
Şener, Şık ve diğer meslekdaşlarımız hiçbir yerde hiçbir zaman kanunen suç olan ‘şiddet övgüsü ve ayrımcılık’ yapmıyorlar. Basın özgürlüğü, bu iki şık dışında tüm fikir, görüş ve kanaatlerin serbestçe yayınlanmasını talep eder. Hatta AİHM içtihadına göre ‘toplumun geniş kesiminde tepki görecek olsa bile’ diye bir ibare bile var.
Bazı yandaş gazeteciler ile siyasi iktidar sözcülerinin, kalkıp ‘Yargı bağımsızdır, soruşturmanın sonucunu bekleyelim’ gibi sözümona etik ve siyasal olarak doğrucu tutumları aslında hiç de doğru değil. Çünkü bu vakada iddia makamı hem hukuku çiğneyerek hem de akla ve mantığa karşı çıkan bir uygulama gerçekleştiriyor. Mutlak olarak saygı duyulması gereken, iddia makamı ve onun tüm uygulamaları değildir, hukukun özüdür. Savcılıkların her zaman her yerde her şeyi çok doğru, çok hukuki olarak yaptığını kimse öne süremez.
Hele bazı meslekdaşlarımızın ‘Umarım aklanır’ şeklinde görüş belirtmesi de kabul edilemez. Aklanma ihtimali olan kişiler, zanlı ya da olası suçlulardır. Böyle bir temenni Şener ve Şık’ın, tıpkı Savcılığın yaptığı gibi, baştan suçlu olduğunu kabul etmek anlamına gelir.
Başbakan Erdoğan ve AKP sözcüleri, çok yakın bir geçmişte, Türkiye’de basın özgürlüğünün hem yasalar hem de uygulama açısından neredeyse mükemmel olduğunu, hatta ABD’den bile daha ileri bir durumda olduğunu söylemişlerdi. Savcılar, bu açıklamayı
yapan siyasileri tekzip eden operasyonları ile halen cezaevlerinde bulunan gazeteci sayısını 50’nin üzerine çıkartarak acaba bir mesaj mı veriyor?
Nihayet, bu operasyon gerçekle uğraşmaya benziyor. Güç sahipleri, hukuku çiğneyerek, kin güderek, şahsi intikam duygularıyla, telaş ve endişe içinde bir dizi operasyon, bazı haksız edimler gerçekleştirebilir. Böylelikle kendileri hakkındaki bazı olumsuzlukların ortaya çıkmasını engelleyeceklerini sanıyorlar. Bu güç sahiplerine, bazı gazeteciler de , haber çarpıtma, haber gizleme, gündem değiştirme gibi farklı manipülasyon taktikleriyle destek olabilir. Ama gerçekle bu yöntemlerle başa çıkılmaz.
Bu tür sakat yaklaşım ve uygulamalar, ancak bir süre için ve ancak belirli bir kitle üzerinde etkili olabilir. Yalan, gerçeği bir ara gölgeleyebilir. Ama nihai durumda gerçeği karartmak mümkün değil.
Tarihte, az çok geç de olsa, hesabı sorulmamış hiçbir kusur, hata ya da suç kalmaz, kalmamıştır. Bir gün arşivler açılır, bir gün o cenahtan bir itirafçı çıkar, ya da o cenahtan birinin aklı başına gelir tüm kirli çamaşırları döker ortaya. O zaman bugün yapılan haksızlıkları kabullenmeyenler umarım utanç duyar.
(Bu yazı, 3 Mart 2011 Cuma gecesi NTV’deki ‘Herşey’ programı, Hayat TV’deki akşam haberleri ve BBC Türkçe Servisinin 18.00 haberlerinde yayınlanan http://www.bbc.co.uk/turkce/multimedya/2010/10/000001_bbcturkce_1800.shtml
görüşlerimin yazıya dökülmüş halidir)
Yorumlar