Ana içeriğe atla

HUKUK DEVLETİNİN GENEL KURMAY BAŞKANI

• Orgeneral Başbuğ’un günler öncesinden ilan edilen basın toplantısında söyledikleri, ‘Maraton’ programında olduğu gibi uzun uzun tartışılıyor. İlk yorumların çoğu olumlu. Ama ilkesel ve yapısal olarak askeri vesayeti, egemen medyanın TSK yanlılığını değerlendiren pek yok.



Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 29 Nisan 2009 Çarşamba günü Ankara’da yaptığı basın toplantısı, TSK-Medya ilişkileri açısından, ayrıca Türkiye’de ordu-siyaset ilişkileri açısından önemli, tartışılmaya, irdelemeye değer.

Öncelikle herhangi bir hukuk devletinde, parlamenter rejimin egemen olduğu demokratik bir ülkede, Genel Kurmay Başkanı, medyanın en üst düzey yöneticileri ile bu tür siyasi içerikte bir basın toplantısı düzenlemez. Çünkü Başbuğ’un değindiği konuların en fazla üç ya da dördü hariç, tamamen siyasi iradeye ait konulardı. Zaten bu nedenle de, üniformalı Genel Kurmay Başkanı, kah Cumhurbaşkanı, kah Başbakan, kah Dışişleri ya da Adalet Bakanı gibi konuştu. Bazı kısımlarda bir medya eleştirmeni/akademisyeni ya da RTÜK Başkanı giysilerine bürünen Orgeneral Başbuğ, zaman zaman da siyasi parti lideri gibiydi. Atanmış bir askeri yetkili olarak Başbuğ, seçilmişlerin ilgi ve yetki alanına giren konularda görüş belirtti. Türkiye’deki rejimi ‘Askeri Vesayet’ olarak niteleyen AB yetkilileri ya da yerli gözlemcilerin görüşlerini doğrulayan Orgeneral Başbuğ, her ne kadar daha çok savunma konumunda da olsa, TSK’nin Türkiye siyasi hayatındaki imtiyazlı konumundan vazgeçmeyeceğini itiraf etmiş oldu.

Orgeneral Başbuğ, daha önceki bir basın açıklamasında el-kol hareketleriyle zenginleştirilmiş, parmak gösteren sinirli tutumundan uzaklamış bir profil çizdiğine göre, o tutumunu da tekzip etmiş oldu.

2.5 saat süren basın toplantısının hemen ardından yapılan bazı televizyon yorumlarında bu uygunsuzluk belirtilse de, ‘Türk Demokrasisinde böyle şeyler oluyor’, ‘Aslında konuşması iyi oldu, ordu şeffaflaşıyor’ gibi gerekçelerle, Başbuğ aklanmaya çalışıldı.

Bir hafta önce ilan edilen bu basın toplantısı için medyanın ağır topları da takım elbiselerini kuşanıp içtimaya katıldı. Dolayısıyla hukuk devletinin Genel Kurmay Başkanı, hukuk devletinin Apoletli Medyası tarafından da onaylanmış oldu.

Soru-cevap bölümünde, hükümet yanlısı bir televizyon kanalının haber müdürünün ‘Efendim, bu gergin konular tartışılırken ortamı biraz yumuşatayım. Doğum gününüz kutlu olsun!’ şeklindeki girizgahı, sempatik ve insani görünse de, mesleğin ve kamusal alanın ciddiyeti ile özel hayatın samimiyeti arasındaki sınırı ihlal etmiş oldu.

Gerçek anlamdaki herhangi demokratik bir ülkede, böyle bir manzara ile karşılamazsınız. Genel Kurmay Başkanları, savunma muhabirleriyle muhattap olur, basın toplantılarında da sadece askeriyeye ilişkin açıklamalar yapar. Siyasi konudaki soruları da -ki savunma muhabirleri de bu tür konulara girmez- ilgili siyasi yetkililere gönderir. Ola ki herhangi askeri bir yetkili, demokratik bir ülkede, Başbuğ gibi siyasi konularda görüş belirtirse, siyasi irade tarafından ya uyarılır ya da işten el çektirilir. İspanya’da orta düzey bir askeri yetkili hükümetin ETA politikalarını eleştirmeye kalktığında başına gelen buydu.

Ne var ki Türkiye’deki sivil demokasinin gücü, bir dizi siyasal ve askeri gelenek, Başbuğ’u önemli bir siyasi figür haline getirmiş durumda. Egemen medya da bu durumu eleştireceği yerde kabullenmiş görünüyor hatta bu konuma ‘şeffalaşma’ kılıfını uyduruyor.

Başbuğ’un ‘TSK şeffaftır, her konuya açıktır, istediğiniz soruyu sorabilirsiniz’ şeklindeki yaklaşımı da Çarşamba günkü toplantıda somut olarak tekzip edildi. ‘Kürt halkının Türkiye halkı kavramındaki yeri nedir?’ şeklindeki soruyu pas geçmek zorunda kalan Başbuğ, gazetecilerin sorularını formüle etme şekillerine de müdahale etti: ‘Ergenekon adını kullanmayın’, ‘O ifadeyi keşke kullanmasaydınız’(Bir DTP milletvekilinin ‘Seçim sonuçları Kürdistan sınırlarını belirledi’ şeklindeki açıklamasına sorusunda yer veren bir gazeteciye verdiği yanıt).

Başbuğ’un çelişkileri bununla da sınırlı değil: TSK’nın Meclis’i veya herhangi bir Partiyi boykot etmesinin sözkonusu olmadığını açıklayan Başbuğ, bilahare, ‘Terör örgütüyle ilişkilerine açıklık getirmediği için DTP ile aynı çatı altında bulunmayacaklarını’ söyledi. Tabi ABD Başkanı Obama TBMM’ye geldiği zaman bir kuraldışı uygulaması yapılsa da...

Keza Başbuğ, Genel Kurmay’ın akreditasyon meselesindeki tutumunu da muğlak bırakmak zorunda kaldı.Dolayısıyla TSK’nın sadece bir kısım medya için şeffaf olduğunu, sadece bazı medya organlarının yöneticilerinin istediği soruları sorabileceğini anlamış olduk.

Başbuğ, tüm siyasilerin favori sporu olan ‘Medya Eleştirisi’ne de girmekten çekinmedi. Haber değeri konusundaki ulvi görüşlerini de açıkladı ayrıca haberin veriliş şekilleri hakkında da mülahazalar yürüttü.

Bu konuda söylediklerinin doğru ya da yanlış olduğunu tartışmak yanlış. Çünkü söylediklerini mesela bir iletişim akademisyeni ya da gazeteci söylese, oturup tartışırsınız. Ama bu sözleri söyleyen Silahlı Kuvverlerin üniformalı en üst düzey yetkilisi ise, sadece bu uygunsuzluğu belirtip geçmek gerek.
Bölgeyi bilmeyen, askerlikten anlamayan bir sivil kalkıp da Orgeneral Başbuğ’a, ‘Efendim, siz 5. taburu dağın arka tarafına kaydırıp, vadiden de tank taburunu hedefe gönderseniz....’ dese, Başbuğ ne hisseder? Ne cevap verir?

80’li yıllarda sıkıyönetim günlerinde, altdüzeyli askeri yetkililer gazetelere teleks gönderip, mesela ‘Bakırköy’de meydana gelen trafik kazası, iç sayfalardan, tek sütuna, küçük puntolarla verilecektir’ şeklinde emirler gönderirdi. Bu gazetecilik hatta sayfa sekreterliği artık askerler hatta Genel Kurmay Başkanı tarafından çok cazip bir meslek olarak algılanıyor galiba...

Basın toplantısında, kimi zaman gazetecilerin sormadığı soruları da, bizzat kendisi sorup yanıtlarken, medya temsilcilerinin gündemi yeteri kadar izlemediğini de sinik bir uslupla belirtti.

Başbuğ’un bir başka talihsizliği de, Türkiye’nin ne kadar büyük ve önemli bir devlet olduğunu en az 3-4 kez söylemesine rağmen, sadece son 2 gün içinde Bostancı, Bilkent ve Lice’deki şiddet olaylarının böylesine büyük ve önemli bir devlette neden gerçekleştiğini açıklama zahmetine katlanmaması oldu.

Genel Kurmay Başkanı, Ergenekon konusunda satır aralarında mesajını verirken, TSK’yi, mensuplarını ve emeklilerini gizli-açık savunurken, sık sık adalete ve yargıya güvenilmesi gerektiğini söylemeyi de ihmal etmedi. Üstelik ‘hukuk devleti’ deyimini de sık sık kullanmayı unutmadı. Ancak, askeri makamların ve özellikle de askeri yargının bu konularda hiç bir girişim gerçekleştirmediğini belirterek, TSK’nın önemli bir açığını/eksikliğini faş etmiş oldu.

Doğa, yapı ve gelenek itibarıyla, her zaman çok içten olmasa da, sürekli olarak iktidar yanlısı niteliği ağır basan, TSK’ya karşı koşulsuz şartsız destek veren ve sevgi besleyen Türk egemen medyasının yöneticilerinin hiç biri de, makul bir formülasyon içinde, Genel Kurmay Başkanına şu soruyu soramadı: ‘’Siz sürekli olarak hukuk devletinden sözediyorsunuz. Hukuk devletinde, Genel Kurmay Başkanı neden böyle siyasi basın toplantısı yapma ihtiyacını duyar? ‘.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla