Ana içeriğe atla

Savaş döneminde gazetecilik

Bizde Suruç, Varto, Lice yakılıp yıkılırken, savaş manzaralarıyla karşılaşıyoruz. Egemen medyada genel olarak Kürtler, özel olarak da HDP suçlanıyor, lanetleniyor, kargılanıyor. 


Egemen medya egemenlerin sözcülüğünü sürdürüyor. Bu nedenle de gerçekler öldürülüyor. Oysa ki dünyada savaş ve çatışma alanlarında gazetecilik konusunda önemli çalışmalar yapılıyor.

Önce sık tekrarlanan temel temaları sıralayalım:
* Savaş, politikanın silah aracılığıyla devamıdır. Sözün bittiği yerde şiddet başlar.
* Savaşta insanlarla birlikte belki de önce gerçek öldürülür.
* Gazetecilik barış mesleğidir. Çünkü söze, yazıya, görüntüye dayanır.
Savaş, askerlerin ve askerleşen politikacıların işidir. Bu nedenle savaş boyunca gazetecilerin ürettiği söz, ses, görüntü yani kısaca her türlü bilgi, haber, belki de hayat değil askerlerin tezahürü olan top, tüfek, bombalar, kanlı cesetler yani ölüm ağır basar, öne çıkar.
* Savaş muhabirliği, aslında normal muhabirlikten çok da farklı bir uğraş, bir alan değildir. Ne var ki, savaş döneminde ajitasyon/propaganda, yalan haber, kötü haber, tahrifat ve gizleme, somut olarak barış dönemindekilere oranla daha fazla sorun çıkarır hatta cana bile kastedebilir. Bazı sözler incitir. Bazıları da öldürebilir.

Eleştiri ve özeleştiri lazım
Şimdi gazetecilik/savaş ilişkisi konusunda son dönemde yayınlanan birkaç önemli makaleden özetler ve değerlendirmeler:
Önce Fransız Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi (CNRS) sosyologlarından Pierre Bourdieu’nün meslektaşı, aynı zamanda Fransız medya eleştiri grubu ACRIMED’in yöneticilerinden Patrick Champagne’ın değerlendirmeleri ve yerel yorumlar:
Medya olağanüstü bir rekabet ortamı. Her gazete, televizyon kanalı ya da radyo istasyonu, keza her internet sitesi, ötekilerden ayırt edilebilmek için çalışır. Özel haber, atlatma haber için çırpınır. Bu nedenle de her medya organı rakibini/rakiplerini yakından izler. Onların olası hatalarını, eksikliklerini ya hemen yüzüne çarpmaya çalışır ya da o boşluğu doldurmak için gayret eder. Sadece medya eleştirmenleri ya da medya akademisyenlerinin yaptığı gibi değil, tüm medya mensupları, kendilerini diğer medya organlarına, diğer gazetecilere göre konumlandırır. Medya biraz da bu sayede, içeriden de gelen eleştiriler, okur mektupları ve akademisyen değerlendirmelerinin yanı sıra okur ve toplum nezdinde inanılırlığını ve güvenilirliğini muhafaza edebilmek için zaman zaman eleştiri ya da özeleştiri yapmak zorunda kalabilir.
Bizde bu konuya nadir olumlu örneklerden biri, toprağı bol olsun Mehmet Ali Birand’ın “Asker ne dediyse yazdık, hiç sorgulamadık. Kürt meselesinde çoğu zaman asker gibi düşündük ve onların görüşlerini yansıttık” demesidir. ABD’de New York Times olsun, CNN’den Amanpour olsun, Irak operasyonu sonrasında, Pentagon’un başta “Irak kitle imha silahlarına sahiptir” bilgisi olmak üzere Amerikan medyasını yönlendirdiğini, gazetecilerin de bu resmi açıklamaları pek deşmeden, neredeyse olduğu gibi, yani gazeteciliğin temel ilkelerinden birine uygun biçimde “en az iki kaynaktan doğrulatmadan” yayınladıklarını, bu nedenle de gerçekler ortaya çıkınca toplum ve okur nezdinde olumsuz bir konuma düştüklerini açıkça ilan ettiler.
Champagne, “profesyonel gazeteci”den söz ederken hemen ekliyor: “Yani, özerk gazeteciler.” Gazetecinin özerkliği burada, “çeşitli iktidar odakları, çeşitli silahlı güçlerin kaba propagandasına uysal bir alet olmamak” anlamında...

Temelde bir çürüklük var
İktidar, medyayı, gazeteciyi her zaman kullanmak ister. Barış ya da savaş döneminde bu gerçek/bu istek değişmez. Ne var ki savaş döneminde iktidar ya da ordu, toplumlarda zaten belirli ölçülerde var olan yurtseverlik, milliyetçilik, devletçilik, ırkçılık, düşman yaratma ve ona karşı nefret besleme gibi ideoloji ve duyguları da sonuna kadar sömürür.
Türkiye açısından önemli bir saptama. Çünkü bu ülkede, galiba Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla gelişmeye başlayan Türkçü akımlar, İttihat Terakki ve bilahare Kemalizm döneminde açıkça ırkçı tonlar edinmeye başladı. Hele ulus devletin kuruluş aşamalarında, neredeyse tüm gayrimüslim nüfus ile gayri-Türk kesimden kurtulan Kemalist iktidar, 1925 sonrası açıkça Kürt düşmanı politika benimserken, bu yaklaşımı ideolojik ve kültürel alanda Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi gibi ırkçı tezlerle güçlendirdi, temellendirmeye çalıştı. İşin vahim tarafı, devletin bu resmi ideolojisi, çok çeşitli olumsuz nedenlerle, Türk toplumunun önemli bir kesimi tarafından da benimsendi.

Çok fazla baskı aktörü 
Haber, son derece kolektif bir üründür. Hiçbir gazeteci tek başına, bağımsız bir şekilde bir haber üretemez. Muhabir bir olayı izleyip aktarırken, yani haber yaparken onlarca baskı, sınırlama ve engelle karşılaşır. Muhabir, olayla haber arasındaki bir köprüdür ve bu köprü öyle kolay kolay geçilemez. Muhabir, meslektaşlarının baskısı altındadır. Muhabir, iktidarın baskısı altındadır. Muhabir, yazı işlerinin baskısı altındadır. Muhabir, nihayet okurun yani toplumun baskısı altındadır. Bu kadar baskı altında gerçeği eğmeden bükmeden olduğu gibi aktarmak gerçekten çok zordur.
Champagne’ın bu tespitleri son derece önemli. Haber yapan herkes, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bu engelleri bilir, aşmaya çalışır ya da “by-pass” eder. En olumlu ortamda bile muhabir, okurun, toplumun baskısından kolay kolay kurtulamaz. Gramsci’nin “ideolojik egemenlik” dediği, toplum içindeki doğru/yanlış  -çoğu yanlış- başat yargılar, bir haberle yıkılamaz.

Kim ne istiyor?
Toplumda yanlış bir algı var: “Özgür gazeteci, istediğini yazan gazetecidir” derler. Bu doğru değil. Çünkü gazeteci, istediğini yazamaz, ancak isteneni yazabilir. Şimdi “istediği” ile “istenen” arasındaki farka bakalım. “İstenen” aslında demin sözü geçen bir dizi engeldir. Gazeteci, bunları bilir ve yazısını, haberini ona göre kurar, üretir. Aksi takdirde haberi/yazısı belki baştan haber müdürüne, olmazsa editöre, olmazsa genel yayın yönetmenine takılabilir ve yayınlanmaz. Kaza eseri yayınlansa bile sonra sorun yaratır.
Amerikan icadı bir deyim ve yaklaşım var: “Politically correct”. Türkçesi, “politik olarak doğru”. Buradaki politika, kaçınılmaz olarak iktidarın, egemenlerin politikası. Yani onlar açısından doğru olan şeyler... Champagne, bu deyime bir açıklık getiriyor ve diyor ki, “Aslında ‘politik olarak doğru’, bir açıdan ekonomik olarak doğru anlamına gelir.” Dolayısıyla bugün yazı işlerinde haber değerlendirmesi yapanlar, neyin girip girmeyeceğine karar verenler, neyin manşet neyin 20. sayfada tek sütun gireceğini belirleyenler, değerlendirme yaparken kaçınılmaz olarak haberin ekonomik değerine de bakıyorlar. Yazı işleri toplantılarında servis şefleri, işte bu nedenle haber pazarlaması yaparken, önerdikleri haberin ekonomik değerine de vurgu yapar. Mesela, “Bu haber girerse tam sayfa ilan gelir.” ya da “Bu haber girerse patronun ihaleyi kazanma şansı artar” gibi... Ekonomik olarak doğruluk, egemen medyada işçi eylemlerinin özellikle de grev haberlerinin ya hiç yayınlanmamasına ya da tahrif edilerek yayınlanmasına neden olur.
Türkiye’den hemen bir örnek: 7 Haziran sonrası Erdoğan’ın başlattığı kanlı seferberliğin maliyetini hesaplayıp bu konuda bir haber yapıp manşetten vermek çok mu zor? Evet, bu haberi toplamak zor değil ama yayınlamak zor. Ancak egemen medya dışındaki gazete, televizyon, radyo ya da internet siteleri böyle bir haberi yayınlayabilir. Bu tür bir haber egemen medya açısından ekonomik olarak doğru değildir. Çünkü “Vatan millet Sakarya” ve Saray savunması söz konusu olduğunda ölen insanlar ve giden paranın hiçbir önemi yoktur!
Champagne’ın medyaya önerdiği misyonlardan biri de “gerçek bir pedagoji çalışması”. Yani medyanın, yayınladığı haber konusunda etraflıca bilgi, çok yönlü yorum ve fikirler yayınlaması... Fransızca gazeteci jargonunda “Papier d’Eclairage” diye bir tür vardır, “aydınlatma yazısı” anlamına gelir. Toplumun büyük bir kesimi, yani okur kitlesinin çoğunluğu tarafından bilinmeyen bir konuda, çerçeve içinde önce temel sonra da ayrıntı somut bilgileri içerir bu tür yazılar. Gazete ve radyo için çok iyi ve gerekli bir türdür ama ne var ki insanların çoğunluğunun birinci haber kaynağı olan televizyonlar için pek de uygun bir tür değildir. İki nedenle: Birincisi, televizyon ekranı zaten yeteri kadar aydınlık olduğu için özel olarak ve bonus babında TV izleyicisini aydınlatmaya gerek yoktur. İkincisi de TV izleyicisinin çok büyük bir çoğunluğu, haber ya da siyasi tartışma programı izlerken, bir konuyu öyle çok da fazla anlamak istemez, onlar TV izlerken ya rahatlamak ister ya da hayrete düşmek!

En iyi gazeteci hayatta kalandır
Merkezi New York’ta bulunan Gazetecileri Koruma Komitesi CPJ üyelerinden Lübnan’da uzun süre esir tutulan Amerikalı gazeteci Terry Anderson, -ki Türkiye’ye de gelip toprağı bol olsun Işık Yurtçu’ya Saray Cezaevi’nde CPJ ödülünü vermişti-  savaş muhabirliği alanındaki tecrübesini şu cümle ile özetliyor:
“Savaş alanındaki gazeteci, her zaman, sürekli olarak, her dakika aldığı risk ile yapacağı işin getireceği yarar arasındaki dengeyi kollamalı. Ve bu dengenin bir noktada bozulduğunu hissettiğiniz anda, yani kendinizi rahatsız hissettiğiniz anda, hiç durmayın, hemen çıkın bulunduğunuz yerden, orayı terk edin. Bir süre daha orada kalmaya değmez. Hiçbir haber öldürülmeye değmez.”
Bizdeki bir başka deyimle, en iyi gazeteci yaşayan gazetecidir.
Gerçekten de Anderson’un sözünü ettiği denge önemli, hatta tayin edici.
Savaş alanlarında çalışan TV kameramanları ve foto muhabirleri için durum daha da zor. Çünkü basın fotografçılığının piri, savaşlar görmüş geçirmiş büyük usta Robert Cappa’nın önemli bir tespiti var: “Çektiğiniz fotograf iyi değilse, konuya yeterince yaklaşamamışınızdır.” Bu ilkeyi savaş alanında uygulamaya kalkarsanız, Anderson’un risk/yarar denklemini daha ilk baştan tehlikeye atmış olursunuz.

İç savaşlarda muhabir çok sıkıntılı
Gazeteciler, Uluslararası İnsancıl Hukuk terminolojisine göre iki tür savaşta muhabirlik yapıyor: İki devlet savaşa girdiğinde, mesela İran-Irak savaşı, buna “Uluslararası Silahlı Çatışma” adı veriliyor. Bir devlet, onun resmi ordusu ile aynı devlet içindeki bir başka silahlı gücün savaşa girmesine ise “Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışma” adı veriliyor. (Kuzey İrlanda’da Birleşik Krallık ordusu ile IRA ya da Türkiye’de TSK ile PKK arasında olduğu gibi).
80’lerden bu yana iç savaşlar, gazeteciler için daha da tehlikeli ortamlar oluşturmaya başladı. Çünkü eskiden beyaz bayraklı basın mensuplarının, çatışmalarda her iki tarafça da nispeten saygı gördüğü bir ortam vardı. Hatta o zamanlar gazeteciler, resmi ordu saflarında görev yapabildiği gibi isyancı güçlerin saflarına da kabul edilebiliyor, liderleriyle söyleşiler yapabiliyordu. Bugün bu ortam ortadan büyük ölçüde kalktı. Artık gazetecilerin büyük çoğunluğu, futbol takımı tutar gibi, savaşan taraflardan sadece birisinin safında görev yapıyor ve haber ile yazılarını da o perspektiften yazıyor.
Oysa ki savaş döneminde gazeteciler, sadece olup biteni aktarmakla yetinmemeli, 90’lardan bu yana geliştirilen “barış gazeteciliği” tekniklerini/yöntemlerini kullanarak, savaşan iki taraf arasında bir tür arabuluculuk yapmaları talep ediliyor. Bu arabuluculuk işlevi, iki tarafın öldürülen askerlerinin ailelerini bir araya getirmekten, savaşın rakamsal yanına değil nedenlerine ve tabii bu arada ve her zaman barışın gerekliliğine dikkat çeken haberler yaparak gerçekleşiyor.
Savaşan taraflar, savaş hukukunu bile ihlal eden yüzlerce uygulama gerçekleştirdikleri için gazetecilerin savaş alanlarında özgürce çalışmalarını engellemeye çalışıyor. Çünkü çatışmaları izleyen gazeteci, savaşın bitiminde La Haye’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne tanık olarak çağrılır ve tanıklığı nedeniyle taraflardan birinin insanlık suçu işlediği yolunda belge ve kanıt sunarsa mahkeme bu durumu değerlendirir. Bu mesele tartışmalı. Çünkü meslek erbabının çoğunluğu, La Haye’e çağrılsa bile gitmiyor, gitmek istemiyor. İki nedeni var: Birincisi, “Ben gazeteciyim, savaş sırasında gördüğüm, duyduğum, öğrendiğim, tanık olduğum her şeyi zaten haberlerimde, söyleşi ve röportajlarımda ya da TV filmlerinde yansıttım. Edindiğim bilgilerin, haber değeri olan hiçbirini kendime saklamadım, yurttaşı/okuru bu bilgilerden mahrum etmedim. Dolayısıyla La Haye’de hakim karşısında söyleyecek yeni bir sözüm, yeni bir bilgim yok. İkincisi, ben bugün sanık sıfatıyla yargılanan devlet başkanı ile birçok söyleşi yaptım. Bu söyleşileri kendi gazetem, radyom ya da televizyonum için yaptım. Uluslararası Ceza Mahkemesi adına herhangi bir görevim, misyonum olmadı, olmaz da zaten. Ben sadece gazetecilik yapıyorum. Üstelik, bana daha önce söyleşi veren bir devlet başkanının sanık sandalyesinde oturduğu bir duruşmada benim çıkıp onun aleyhine tanıklık yapmam mesleki açıdan doğru değil. Ben söz konusu başkan hakkındaki bilgi ve kanaatimi haberlerimde, röportajlarımda zaten yazdım. Bunu ben yaparsam, bunu herhangi bir gazeteci yaparsa, savaş halindeki hiçbir devletin hiçbir sorumlusu bir gazeteciye demeç vermez, söyleşi yapmaz.”
Bu yaklaşımı La Haye’e gitmeyi reddeden Amerikalı kıdemli meslektaşımız Jonathan Randal’dan bizzat dinledim. Randal’ın Avesta Yayınları’nda iki kitabı Türkçe’ye çevrildi ve yayınlandı: “Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması? - Kürdistan İzlenimlerim” ve “Usame: Bir Teröristin Doğuşu”

Savaş alanında can güvenliği
Savaş muhabirlerinin can güvenliği ve çalışma koşulları sorunu da sıkıntılı. Bu konuda Cenevre Konvansiyonu Ek Protokolleri, CPJ, RSF gibi meslek örgütleri ve iletişim akademisyenlerinin önemli çalışmaları var. İlke olarak savaş muhabiri, “sivil kişi” olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla da askeri hedef olması önlenmeye çalışılıyor. Ne var ki embedded (orduya gömülü, entegre, ankastre) gazetecilikte, gazeteci savaş öncesi ve sırasında sürekli olarak askerlerle birlikte olduğu için, kışlada hazırlık dönemi, savaş alanında tankların içinde bulunmak gibi durumlarda kaçınılmaz olarak askeri hedef olabiliyor.
Gazetecinin savaş alanında askeri üniforma giymemesi, silah taşımaması da önemli bir koşul. RSF’ın konuyla ilgili ilkelerinde önemli bir ayrıntı göze çarpıyor: “Gazeteci, sivil kişi statüsünü bozabilecek hiçbir eyleme girişmemeli ya da bu tür herhangi bir davranış sergilememeli. Mesela savaşa doğrudan katkı sağlayabilecek bir girişim, silah taşımak ya da casusluk faaliyetlerine girişmek sivil kişi statüsünü ortadan kaldırır.”
Bizim pek sivil gazetecilerimiz bunların hiçbirini yapmadığı için vicdanları ve gönülleri tertemizdir herhalde!

Gazetecilik ve savaşta sosyal medya
Son olarak, kişisel ve toplumsal hayatımızda dolayısıyla mesleki yaşantımızda da giderek önem kazanan sosyal medyanın savaşla ilişkisi konusunda birkaç gözlem ve değerlendirme:
İnternette e-mail, e-mail grupları, Twitter, Facebook gibi araçlar sayesinde olağanüstü miktarda bilgi, belge, fikir ve görüş üretiliyor. Yurttaşlar artık istedikleri bilgi ya da görüşü binlerce, on binlerce insanla anında paylaşabildikleri gibi, resmi sansür ortamında da iktidarın egemen medya aracılığıyla engellediği haberlere internet üzerinden ulaşmak mümkün. Biz de Roboskî Katliamı ve Gezi Direnişi’nde sosyal medyanın esas olarak olumlu bir rol oynadığını gördük, yaşadık. Arap Baharı da büyük ölçüde sosyal medya üzerinden aktarıldı, geliştirildi. Sosyal medya artık profesyonel gazeteciler açısından son derece önemli bir kaynak. 
Ne var ki sosyal medya, gazetecilerin temkinli olması gereken bir alan. Çünkü gazetecilik faaliyetinde bir haber, muhabirin üretiminden sonra en az 4 (Fact checking/Olgu doğrulayıcı, düzeltmen, editör, yazı işleri) kademeden geçip doğrulanıp düzeltildikten sonra yayınlanabiliyor. Sosyal medyada ise profesyonel gazeteci olmayan kişiler, istedikleri bilgi ya da görüşü, herhangi bir denetim mekanizmasından geçmeden, anında yayınlayabiliyor. İşte bu nedenle sosyal medyada yayınlanan her bilginin kolay kolay yayınlanabilir haber olmadığının bilincinde olan profesyonel gazeteci, bu mecrayı belki de bir duyum kaynağı ya da bir iddia olarak ele alıp inceleyebilir, gazetecilik ilke ve kurallarına uygun hale getirdikten sonra haber olarak yayınlayabilir. Sosyal medyadaki bilgi ve görüş sayısının, yabancı dil de biliyorsanız, milyonlara ulaştığını hesaba katarsanız, profesyonel gazeteci, sosyal medyadan olağanüstü titiz bir şekilde seçici davranarak, çok sıkı bir tarama yaptıktan sonra haber malzemesi olarak yararlanabilir. Gazetecilik temas ve mesafe mesleğidir. (Hubert Beuve-Méry) Habere ulaşmak için haber kaynakları ile, kişiler ve kurumlarla temas edeceksiniz ama sonra haberi yazarken de tüm taraflara, tüm kişi ve kurumlara eşit uzaklıkta mesafeli duracaksınız. Bu zor bir uğraş. Zaman ister. Dikkat ister. Bilgi ister. Akıl ister. Vicdan ister. Sosyal medyada herhangi bir bilgiyi ya da görüşü paylaşan kişinin ise bu tür ilkeleri, çalışma koşulları yoktur. O, tanık olduğu ya da duyduğu, okuduğu, öğrendiği bir bilgi ya da görüşü, anında, check etmeden paylaşabilir. Sosyal medya kullanıcısının temas ya da mesafe gibi zorunluluğu, sorumluluğu yok. Çünkü o gazeteci değil.Tüm bu nedenlerle gazeteci, barış ya da savaş döneminde, sosyal medyayı bilgi ve görüş yelpazesini genişletmek amacıyla, olası bir istihbarat almak için izler, izlemek durumundadır.

* Özgür Politika, 27 Ağustos 2015
http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=45520


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle