Ana içeriğe atla

Gazeteci Devlete Danışmanlık Yapabilir mi?

AKP'nin Kürt Çalıştay'ında İç İşleri Bakanı bir grup gazeteci ve akademisyeni dinlemiş. Gazeteciler şimdiye kadar yazdıklarının dışında yeni bilgi ve görüşler mi iletmişler Bakana? Gazeteci-devlet ya da gazeteci-mahkeme ilişkileri alanında iki önemli örneği hatırlatmakta yarar var.



AKP'nin 'Kürt Açılımı' ya da 'Kürt Meselesine Türkiye Modeli Çözüm' adı verilen girişiminin ilk aşamasında, akademisyenlerle birlikte bir grup gazetecinin İç İşleri Bakanlığının çağrısına uyarak Polis Akademisinde bir çalıştaya katıldığı haberi medyada geniş yer buldu.
Sözkonusu seçilmiş gazeteciler, İç İşleri Bakanına ve hazır bulunan diğer resmi görevlilere, Kürt Meselesinde çözüm için yapılması gerekenler konusunda görüşlerini/önerilerini iletmişler. Bu meslekdaşların tümü görüşmenin son derece yararlı olduğunu, Bakan Bey'in kendilerini dikkatle dinlediğini ve teşekkür ettiğini söyledi.
Çalıştay adı verilen kamuya ve basına kapalı bu toplantı, aslında kollektif bir danışmanlık hizmeti toplantısı.
AKP'nin Kürt Açılımının sağlam bir temele oturmadığını, ortada henüz somut bir proje hatta fikir bile olmadığını anlamak çok güç olmasa gerek. Nitekim İç İşleri Bakanı Atalay'ın geçtiğimiz hafta yaptığı basın toplantısında da bu durum resmen ilan edilmişti. AKP, Öcalan'ın 15 Ağustos'da açıklayacağı Yol Haritasını bastırmak/gölgede bırakmak için bir şeyler yapılması gerektiğini anlamışsa da, ne yapacağını bildiğine dair herhangi bir işaret henüz yok.
AKP, Kürt meselesinin kökeni, bugüne neden ve nasıl geldiği konusunda hiç bir araştırma/görüşme yapmamışken, alel acele üç-beş gazeteci ve akademisyenle bir çalıştay düzenleyerek ne kadar demokrat, geniş ve hoşgörülü olduğunu göstermeye çalışıyor.
Başbakanın DTP'li milletvekilleriyle görüşmeyi redettiği bir ortamda, Genel Kurmay Başkanı ve arkadaşlarının DTPlilerin varlığı nedeniyle TBMM'yi boykot ettiği bilinirken, Cumhurbaşkanı Gül'ün arkası gelmeyen/içi hala boş 'Tarihi fırsat' açıklamaları ortada iken, yapay bir olumlu/iyimser ortam yaratılmaya çalışılıyor izlenimi güç kazanıyor. AKP ile TSK arasındaki ilişkilerin gerginliğini muhafaza etmesi de Kürt Meselesine çözüme katkıda bulunmuyor.
TBMM'deki ve dışındaki partilerden önce gazeteci ve akademisyenlerle görüşen AKP yöneticileri, Baykal ve Bahçeli'nin sert muhalefetini de, herhalde çağrılı gazeteciler aracılığıyla yumuşatmayı tasarlıyor olsalar gerek...
Uluslararası (Obama hariç) ve bölgesel konjonktürün de Kürt meselesinin çözümünün başlangıcı açısından öyle çok da müsait bir ortam yaratmadığını herkes biliyor ama kimse pek de ses çıkarmıyor.
Konunun siyasi yönünü bu kısa girizgahla geçtikten sonra benim esas üzerinde durmak istediğim konu, gazetecilerin böyle resmi bir girişimdeki konumları.
Gazeteci, devlete danışmanlık yapabilir mi?
Bu konu/soru dünyada da teorik ve pratik alanda zaman zaman gündeme geliyor, tartışılıyor.
İlke olarak gazetecinin sorumlu olduğu üç kurum var: Gerçek, okur ve gazete yönetimi. Gazeteci, her haber yaptığında bu üç kurumun ihtiyaçlarına eş zamanlı olarak karşılık vermek durumunda. Gazetecinin özel olarak devlete karşı bir sorumluluğu, bir görevi yok. Aksine, gazetecinin amacı toplumu yöneten mekanizma olarak devletin olumsuz uygulamalarını toplum/yurttaş adına izleyip kamuoyuna aktarmak/teşhir etmek ve bunların düzelmesini sağlamak. Bunu da şeffaf bir şekilde, kayıt altına alarak yazı, fotograf, karikatürle ya da konuşmalarla yapmak durumunda.

Bakan Atalay'ın özel olarak davet ettiği gazetecilerin çoğunu şahsen tanıyorum. Kürt meselesi konusunda hepsi Türkiye'nin en önemli uzmanları olmasa da, bu alanda önemli çabalar göstermiş meslekdaşlarımız olduğuna kuşku yok. Ne var ki, Kürt meselesinde çağrılanlardan farklı ve bence daha derin ve geniş bilgi ve tahlillere sahip olan kimisi Kürt kimisi Türk meslekdaşlarımız da var. Onlar neden çağrılmamış? Yoksa çağrılmışlar da daveti red mi etmişler? Bu siyasi ve sübjektif seçim, AKP'nin planları hakkında olumsuz bir puan.
Bir bakan, bir gazeteciyi neden böyle bir çalıştaya davet eder? Dahası, bir gazeteci böyle bir daveti neden kabul eder?
Gazeteci, şimdiye kadar Kürt meselesinde yazdıklarının dışında bir bilgi ya da görüş mü açıklamıştır bu çalıştayda. Bakan, gazetecilerin görüşlerini öğrenmek istiyorsa, arşivden yazılarını, röportajlarını, kitaplarını getirtir, kendi uzmanlarına inceletir, rapor ister ya da bizzat kendisi okur.
Kürt meselesinin çözümüyle neden İç İşleri Bakanı görevlendirilmiştir? Yoksa sorun hala esas olarak bir asayiş sorunu olarak mı algılanıyor Ankara'da? Çalıştay'ın mekanı da ilginç: Polis Akademisi! Eminim bizim çağrılı meslekdaşlarımız bu soruları Bakan Bey'e yöneltmişlerdir!

Yıllar önce Alev Er'in yönetimindeki Aktüel dergisi bizim gazeteci-aydın takımına hoş bir tuzak kurmuştu. Tansu Çiller dönemiydi. Aktüel'deki cintoşlar, Başbakanlık Kalem Müdürünün adıyla bir grup gazeteci ve 'aydın'ı telefonla arayıp bir teklifde bulunmuştu:
- Efendim Sayın Başbakan sizin yazılarınızı dikkatle izliyor. Rica ettiler acaba dönem dönem Ankara'ya kadar zahmet edip Sayın Başbakan'a uzmanı olduğunuz konuda bir briefing vermeniz mümkün olabilir mi acaba? Biz first class uçak bileti gönderip sizi bir günlüğüne de olsa Hilton'da ağırlamak isteriz...
Bu sahte teklife verilen içler acısı yanıtları yayınlamıştı Aktüel. Neler neler? Bir-iki uyanığın dışında çoğu Ankara'dan yani Başbakan'dan yani iktidardan gelen bu teklife balıklama atladıkları gibi, 'Ne demek efendim görev kabul ederim', 'Tansu Hanım'ın ricası bizim için emirdir' türünden yanıtlar vermişlerdi.
Aktüel'in tuzağı ve son Kürt Çalıştayı ve daha binlerce örnek Türk gazetecisinin, Türk akademiasının ve entelijansiyasının aşil topuğunun iktidar olduğunu kanıtlar.
Türk matbuatı zaten Saray'da doğmuştur ve ilk gazeteciler de devlet memurlarıdır.

Çalıştaya çağrılan hiç bir meslekdaşımızın da aklına gelmemiş midir şu soru: Bakan beni neden çağırıyor ki? Kürt meselesi konusunda benim kitaplarım, yazılarım, konuşmalarım ortada.
Yoksa kimisi 'Bakan belki özel bir haber sızdıracak' diye mi düşündü. (İyimser tahmin). Bu meslekdaşlar kendilerini şimdiden AKP'nin Kürt açılımının bir parçası mı zannediyorlar yoksa? 'Biz bunları doğru bilgilendirirsek bu mesele çözülür' diye düşünecek kadar saf var mı içlerinde.
Bence yoktur. Ama işte devlet refleksi her türlü eleştirel yaklaşımı alteder. 'Çağırdılar, gitmezsem/red edersem hükümetle aram bozulur' endişesi ağır bastı herhalde. Bir kısmı için de iyi bir halkla ilişkiler operasyonu bu çalıştay: 'Bak, koca bakan bile Kürt meselesi konusunda benim görüşlerimi istiyor'. Bakan'ın da çok umurunda hani oraya gidenlerin derin mülahazaları!

Bir başka örnek daha vermek istiyorum: La Hey'de kurulan özel Bosna Ceza Mahkemesi, Sırp katliamları konusunda bazı gazetecileri tanık olarak çağırdı. BBC muhabiri üstlerinden onay alıp gitti. Ama o dönem Washington Post'un muhabiri olan Jonathan Randall mahkemenin çağrısını redetti. Kürt meselesi konusunda da ilginç bir kitabı olan Randall o aralar kitabı yargılandığı için Istanbul'a gelmişti. Mahkeme konusunu ayrıntılı konuştuğumuzu hatırlıyorum: (Mealen)
''Ben gazete yönetimine mahkemeye tanık olarak gitmeyeceğimi söyledim. Onlar da itiraz etmedi. Karar senin, dediler. Ben de mahkemeye bir yazı gönderip o dönem konuyla ilgili olarak tüm bildiklerimi ve gördüklerimi haberlerimde, röportaj ve söyleşilerimde yazdığımı, onun dışında konuya ilişkin herhangi özel bir bilgimin ya da yorumumun olmadığını belirttim.Mahkeme de, bir tanığı zorla getirmek mümkün olmadığı için bir şey yapmadı. Benimkisi ilke meselesi. Ben o zaman Miloseviç dahil tüm Sırp siyasi ve askeri liderleriyle haber amacıyla görüşmüştüm. Benim görevim/alanım gazetecilik. Ben topladığım bilgileri, oradan çıkan görüşlerimi gazeteme yazarım.İstihbarat örgütüne de vermem, devletin başka bir kurumuna da ya da uluslararası bir mahkemeye de. Bir gazeteci, mahkemede tanık olamaz, olmaz, olmamalıdır. Hele bir de hakime o zamana kadar yazmadığı bilgiler verirse bu rezalet. Demek ki kendi gazetesinden, kendi okurundan esirgediğini/gizlediğini hakime söylüyor. İşin bir başka yanı daha var. Teknik yani profesyonel bir mesele. Sen şimdi gazetecisin, Başbakan, Devlet Başkanı, Genel Kurmay Başkanı bir sürü insanla görüşüyorsun. Bu adamlar yarın öbürgün işledikleri bir suç nedeniyle mahkemeye düştüklerinde ve karşılarında seni yani gazeteciyi karşı tarafın ya da savcının tanığı olarak görürse bu hoş değil. Bu tür adamlar o zaman hiç bir gazeteciye röportaj vermez.''.
Randall'ın tutumu bana doğru geldi. O bir gazeteci olarak Miloseviç'in yargılanmasına katılmak istemiyordu. Tabi ki Miloseviç'e karşıydı. Ama gazeteci, yargıç ya da savcı değildir hatta mahkemede tanık bile olmamalı. La Hey mahkemesi, aslında zaten yeteri kadar delil varken, kamuoyu desteğini güçlendirmek için olsa gerek, uluslararası medya mensuplarını da davaya paydaş etmeye niyetli görünüyordu. Uluslararası medya ne de olsa, görünüşle sınırlı kalsa da, davaya ve karara bir meşruiyet katabilecekti.

Gazeteci, gazeteciliğini özellikle de gazeteciliğin sınırlarını iyi bilmeli. Tüm meselesinin özü de, Le Monde'un kurucusu Hubert Beuve-Méry'nin ünlü gazetecilik tanımında yatıyor: Gazetecilik, temas ve mesafe mesleğidir.

Çalıştaya katılmayı kabul edenler ve bunun doğru olduğunu savunan meslekdaşlar şunu unutmamalı: Bir gazeteci bir bakanla görüşür. Ama o görüşmede, soruları gazeteci sorar, yanıtları bakan verir. Durum tersine döndüğünde, mesafe kalmaz, salt temasla da gazetecilik yapılmaz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd