19 Ocak, 1915 üzerindeki kara yalanların çatırdamaya başladığı kanlı
tarih. Hrant’ı vurdular, ondan sonra Özür Dilerim Kampanyası başladı, ardından
24 Nisan Anması… Hrant’ın Arkadaşları adalet talep ediyor bir de suçun (1915) cezalandırılmasını, onlarsa eski düzenin devamını…Biraz zor!
15 Ocak Pazar günü öğleden sonra 50-60 kişi, buz gibi
havada, Çanakkale kent merkezinde, şimdiki adı Zafer Meydanı olan eski Kilise
meydanındaki Ermeni Kilisesinde bir
araya geldi. ‘Vicdan sahibi insanlar, Hrant’ı hatırlamak için bir araya geldik
burada’ dedi toplantıyı açan arkadaş. ‘Hrant’ın
Arkadaşları’ adlı kolektif geçen yıl da Saat Kulesi Meydanında, ki bir başka
adı da Şair Ece Ayhan Meydanı, 19 Ocak’ta
bir anma töreni düzenlemişti. Bu yıl da düzenlenecek.
Çanakkale, bir çok insan tarafından 1915 Anafartalar Savunması,Şehitlikler ve Mustafa Kemal’in askeri başarıları ile
bilinir, anılır. Oysa ki burası, özellikle yakın geçmişinde çok dinli, çok
kültürlü, çok milliyet ve etnikli bir
liman kenti. 6 Gün Savaşına kadar kentte nufusu 30 bine yaklaşan bir Yahudi topluluğu
yaşarmış. Fatih Sultan Mehmet zamanında inşa edilen Çimenlik kalesi döneminden
bu yana kentte önemli bir Çingene nufusu var. İki Ermeni kilisesi olduğuna göre
nispeten önemli bir Ermeni cemaati yaşamış burada. Trakya, Marmara ve Ege’de olduğu gibi yörede Rum varlığının silik izlerine
rastlamak da mümkün. 20. Yüzyılın başında Çanakkale’de 15 kadar konsolosluğun
faaliyet gösterdiğini yazıyor kayıtlar.
Pazar günkü toplantının konuğu Garo Paylan’dı. Garogiller Dink ailesinin taa Malatya’dan komşusu, dostu.
Garo, şimdilerde Istanbul’da Ermeni okulları ve Vakıflarıyla uğraşıyor. Yaklaşık 35-40 dakikalık fevkalade sürükleyici,
sakin konuşmasında, kişisel, ailesel boyutlardan yola çıkıp, bu ulus-devletin
Ermenilere reva gördüğü muameleyi anlattı.
Dillerinin nasıl yasaklanıp inkar edildiğini, vakıf mallarına nasıl el
konulduğunu bir bir anlattı. Ermeni kimliğini nasıl gizlemek zorunda olduğunu,
bunun yarattığı kişilik kırılmasını, anne ve babaannesiyle ilişkilerinden örneklerle
sergiledi. Solculuk döneminde,
sosyalistlerin etnik sorunu küçümsemelerini de alaycı bir dille eleştirdi: ‘Girme
bu etnik meselelere, yoksa devrim
perspektifi zayıflar’mış! Garo’nun önemli tespitlerinden biri de soykırımın
faili idi: ‘Ben Türkler soykırım yaptı, demem. Çünkü mesela benim dedemi
kurtaran Mustafa amcadır. Mustafa amca da Türktür. Soykırımı yapan devlettir, çetedir. Ve bu suç halen
cezalandırılmadığı için bu çete hala işbaşında. Soykırım cezalandırılmadığı
için 38’de Dersim oldu, sonra Maraş, Çorum Katliamları oldu, Uludere’de 35 Kürt
çocuğunu da yine bu soykırımcı çete bombaladı’.
Soru-cevap bölümünde bir dinleyici bu ‘soykırım’ sözcüğüne takıldı ve bunun ‘Teknik bir deyim’ olduğunu öne sürdü. Garo, son derece sakin ve olgun bir şekilde,
1915’in Büyük Felaket, Kırım, Katliam gibi farklı sözcüklerle tanımlandığını,
bunun önemli olmadığını söyledi. ‘Mesele,
büyük bir suç işlendi ve bu suç 97 yıldır cezalandırılmadı’ dedi.
Soru-cevap bölümünde, ilginçtir, salonda söz alan insanlar ya Balkan muhaciri ya da
Kürttü, onlar da kendi başlarından geçen kimliksizleştirme öyküleri anlattılar.
Zaten Garo da, kişisel ve ailesel güçlüklerini anlatırken daha önce dinlediğim Kürt dostların anlattıkları
aklıma gelmişti: ‘Ben Kürt olduğumu Lise 2. Sınıfta öğrendim’ ya da ‘Bizim evde
Kürtçe hep alçak sesle konuşulurdu’. ‘Benim esas adım Welat ama okulda ve
sokakta Vedat derlerdi’…vs…
Garo’nun üzerinde durduğu önemli bir konu da millet ya da
halk ile devlet arasındaki ayırımdı. Çünkü resmi ideoloji mecburiyetinden biz ‘devlet
ve millet olarak bir bütündük’ ya, ama
soykırım sözkonusu olduğunda onu ne
millet yapmıştı ne de devlet. Çünkü zaten Erdoğan da açıklamıştı: Benim atalarım
soykırım yapmaz! Benzeri bir açıklamayı Onur Öymen de yapmıştı. Garo, dedesini
soykırımdan kurtaran Türk Mustafa amca ve diğer Türkleri suçlamadığını tekrar
edip, Lice Kaymakamı ile Diyarbakır
Valisinin de Ermenilere farklı davranmış
olduğunu anlattı. Lice kaymakamı Ermeni sakinlerinin başına geleceği sezmiş
olmalı ki, onları bizzat Diyarbakır’a götürmeyi denerken, yolda Diyarbakır
Valisinin adamlarınca katlediliyor. Bu durumda bizim atamız kim? Vali mi,
kaymakam mı? Ya da Boğazlıyan kaymakamı ile Boğazlıyan müftüsü de Ermeni meselesinde zıt tutumlar takınmış vakti
zamanında. Atamızı seçerken de sınıfsal davranmıyor muyuz?
Garo, Istanbul’da
süren Dink’in katilleri davasını
izlemeye devam edeceklerini de söyledi ama şimdiye kadar mağdur
avukatlarının tüm çabalarına rağmen, mahkemenin tetikçi ve yakın çevresi
dışında resmi yetkilileri sorgulamaktan bile kaçındığını hatırlattı.
Garo meseleyi doğru bir şekilde ortaya koydu. ABD ve Fransa’daki
Ermeni girişimlerinin anlamsızlığına değindi. Ve meselenin burada, Türk
halkıyla, Türk devletiyle çözülmesi gerektiğini söyledi. Hrant da böyle düşünürdü. Bu açıdan bakılınca, Ermeni sorunu ya da 1915
belki de ne kadar Ermeni Sorunu ise bir o kadar da Türk Sorunu olarak
algılanmalı, kavranmalı. Çünkü Türklerin de
üstelik bugün çoğunluk olarak yaşadığı bu ülkede, 1915’de, nitelemesi/isimlendirmesi
başka bir tartışma, korkunç bir kırım
yaşandı ve Türklerin büyük bir kısmı , (Millet, halk, Türk kökenli yurttaşlar)
aradan 97 yıl geçmiş olmasına rağmen hala resmi ideolojinin yalanlarını
yinelemekte beis görmüyor. Resmi Türk bir yana, bütün dünya başka bir yana…
Garo, 19 Ocak’ta düşürülen Hrant’ın 23 Ocak’daki cenaze
törenine 200 bin insanın katılmış olduğunu hatırlattı. Ki bu gerçekten önemli
bir dönüm noktasi. Türk, Kürt, Ermeni, Musevi binlerce insanın, hatta genç çiftlerin bebek
arabalarıyla katıldığı sessiz yürüyüş, dünyaya özellikle de Ermeni diasporasına
çok önemli bir mesaj verdi: Türklerin hepsi Türk devleti gibi düşünmüyor. ‘Hepimiz
Hrant’ız! ‘, ‘Hepimiz Ermeniyiz!’ diyen
onbinlerce Türkiyeli de vardı. O tarihten sonra Kaliforniya ve Marsilya
Ermenileri ile Türkiye’nin, bizim Türkiye’nin temasları arttı. Gerçi devlet, 23
Ocak’ın rövanşını çok feci bir şekilde aldı: Katili zanlısı Ogün Samast’ın
Samsun Emniyet’inde jandarma ve polis eşliğinde Türk bayrağı ile poster pozu
verdiği fotografla fail hakkında bir ipucu verdi. Garo, Trabzon’da bir albay’ın, cinayetten
sonra, Yasin Hayal’in babasını arayıp ‘Beyefendi tebrik ederim çok hayırlı bir evlat
yetiştirmişsiniz’ demiş olduğunu da
aktardı.
19 Ocak’tan sonra aslında iki önemli gelişme daha oldu.
Bizim Cengiz Aktar, Ahmet İnsel, Baskın
Oran ve arkadaşlarının düzenlediği Özür Diliyorum kampanyası çok ses getirdi.
Son iki yıldır da 24 Nisan, artık
Istanbul ve diğer kentlerde de anılıyor.
Osmanlının son dönemlerinden itibaren tasarlanan
ulus-devlet, yaklaşık 100 yıldır bu memlekete fevkalade büyük kötülükler
getirdi. 1984’de Kürtlerin farklı alanlarda mücadeleye başlaması sayesinde Kürt meselesi üzerindeki ırkçı/devletçi
tabular kırılmaya başladı. Hrant hayatta iken Ermeni meselesini Türklere, Türk
kamuoyuna en iyi, en ikna edici, en dostça anlatan insandı. Ulus-devletin resmi
ideolojisi ve tarihinin gizlediği/bastırdığı/tahrif ettiği Ermeni gerçeği de
Hrant’ın girişimleriyle su yüzüne
çıkmaya başlamıştı.
Uzun bir yol. Güçlü direnişler hala var. Üstelik bu aralar ulus-devleti kırdığını sananların ulus-devlet
gibi tabuları olması, meseleyi daha çetrefil hale getiriyor. Mesela Erdoğan da ‘Tek
Millet/Tek Dil/Tek Bayrak’ sloganını bir süredir ağzından düşürmüyor. Ama cin artık şişeden çıkmaya başladı.
Kürtlerin ve Ermenilerin Tek Bayrak ilkesine itirazları yok. Ama burası Tek
Millet/Tek Dil kalıbına uymuyor işte…
Yeni ulus-devletçilerin Tek Din/Tek Mezhep/Tek Cemaat gibi
niyetleri de sırıtıyor.
Yürü bre Hızır Paşa/Senin de çarkın kırılır!
Pazar günü Garo’yu dinledikten ve biraz tartıştıktan sonra ‘Su
Çatlağını Buldu!’, ‘Ahparink!’ ve Vicdan filmlerini izledik. Anuş-abur (Aşure)
yedik . Sonra vurduk kendimizi yine Çanakkale’nin buz gibi sokaklarına. İçimiz
aslında biraz olsun ısınmıştı.
Sonuç olarak, Hrant, aslında artık bir sembol. Özgürlüğün,
bağımsızlığın sembolü. Farklı millet, din ve kültürlerin barış içinde bir arada
yaşamasının sembolü. Hiçbir suçun
cezasız kalmaması gerektiğinin sembolü…Bu sembolün Çanakkale’ye gelmesi de iyi
oldu. Çok iyi oldu. Çünkü Çanakkale zaten yapısı, nufusu, tarihi itibarıyla bu
tür sembolleri iyi karşılayan, iyi ağırlayan bir kent…
Yorumlar
meselenin Turk sorunu olarak adlandirilmasi dogru olsa da, bunun cozumunun Turkiye'de olmadigi acik. en azindan su haliyle. gerci 95 senedir "su hali" devam ettigi icin, tersini beklemek hayalcilik, naiflik ya da benim icim kotu tabii, o da olabilir.
öncelikle kendimi tanıtayım; emre akçaoğlu. karşısındaki insan fransızmış, kürtmüş, ermeniymiş, türkmüş, müslümanmış, zerdüştmüş, kumralmış, sarışınmış (ama büyük memeli olsun!) umurunda olmayan bir allahın kuluyum ama allah'a ya da 'bu işlere kim bakıyorsa' ona da inanan biri değilim.
şimdi asıl demek istediğimi söyleyeyim: derdiniz ne? kaç yaşındasın adsız? diyelim ki dün doğdun. 80 sene yaşasan, 100 yıl sonra burada olmayacaksın. 100 yıl sonra sen yoksun, ben yokum... 100 sene daha geçsin; apoletler mi kalacak 200 sene sonra apolar mı? 500 sene sonra devlet mi kalacak millet mi? 1000 sene sonra ne olacak? 100.000 sene geçecek? seni hatırlayan olacak mı? atalarını, dedelerini, ırkını milletini? diaspora mı kalacak, yahudiler mi, almanlar mı? 500.000 sene sonra ne olacak allah mı peygamber mi kalacak? bugün arkeologların afrika çöllerinde bulduğu fosiller neyse biz de oyuz.
dünya, hayat, uzay, zaman vs. kavramlar ve asıl gerçek karşısında ne denli küçük ne denli önemsiz olduğumuzu fark edelim önce. almanlar yahudilere ne yaparsa yapsın, 1915'te osmanlı topraklarında, 20 yy.da türkiye'de, afrika'da, guatemala'da, ırak'ta, afganistan'da ne olursa olsun hayat devam ediyor. bizden milyarlarca yıl önce dinazorlar vardı değil mi bu dünyada? bir meteor çarpmasıyla dünyada hayat son buldu mu? buldu... milyonlarca yıl sonra da yeniden başladı mı? başladı... bizim, kendisini dünyanın hakimi zanneden insancıkların dertlerinin dünyanın umurunda olduğunu hiç zannetmiyorum.
bu sözlerimden yazı içerisinde bahsi geçen acıları çeken, çekmiş olan insanlar alınabilir. ama bu konuda ne yapabilirim? 1915'te tehcir yollarında olanlar, pkk-kürt meselesi, hitlerin yaptıkları; gerisini sen say... amazon ormanlarında bu saydığımız olaylardan asırlarca öncesinden bu yana varolmuş koca koca ağaçlar, ormanlar çatır çatır kesilirken, denizlerde gözünün önünde canlandıramayacağın kadar devasa yaratıklar -anne balinalar yavrularının, yavru balinalar analarının gözü önünde- katledilirken soykırım yapıyoruz demeyen ve aynı 'anlayış, hoşgörü ve sevgiyi' gezegeni paylaştığı tüm canlılar için göstermeyen 'yaratıkların' içtenliklerine beni inandıramazsın.
geberip gideceğiz. kasmaya gerek yok. ve bu konuda da yapabileceğimiz hiç birşey yok. sadece bu dünyada kendimize meşgale buluyoruz. bazımız öldürüyor, bazımız ölüyor, bazımız da öldüren öldürdü ölenlerin hakkı gasp oldu diye kendisine iş ediniyor... sen de parklarda bahçelerde gezinirken bazı karıncalar kurtuluyor, bazıları ölüyor ayakların altında... geride kalanlar da yüklerini taşımaya ve bu 'hayatın' kendilerine verdiği görevi yerine getirmeye -ye, iç, üre ve hayatı devam ettir- devam ediyor. ve eğer ki sen kendini bir ağaçtan ya da bir karıncadan zerre kadar akıllı, üstün, güçlü vs. zannediyorsan asıl ahmaklık budur işte! senin benim gibi bir başkası bir bomba atar, senin benim neslin silinir dünya üzerinden, hamam böcekleri hayatta kalır. kendimizi de dertlerimizi de abartmaya gerek yok çünkü dünya üzerinde bir su damlası ne ise biz daha fazlası değiliz. olamayız da.
fatih terim'in de dediği gibi: "it's the futbol, that's the futbol, what can i do?"
selamlarımla,
emre akçaoğlu
Adsiz, cunku adimi yazacak kadar cesur degilim, cesur olanlarin basina gelenler benim de basima gelsin istemiyorum.
söylemek istediğim şeyin cinayetle ilgili örneğinizle bir alakası olmamakla birlikte, cinayet (ya da uyuşturucu kullanmak, ya da tecavüz, ya da dayak, ya da hırsızlık... aklınıza 'suç' zannettiğiniz ne gelirse) bir 'bozukluktur. hırsızlık bir bozukluktur. suç değil. ve adamı çalmaya götüren sosyal nedenleri ortadan kaldırmadıkça hırsızlığa da engel olamazsınız. hapishaneler katillerle, uyuşturucu kullananlarla, tecavüzcülerle vs. dolup taşıyor. e, bu suçlar azalıyor mu şimdi?
sofistike hanım ve bey efendiler siz de bildiğiniz yoldan sapmayın e mi?
'başkasının kapısı pis benimki de pis kalsın yav, elimden gelen budur' konusunda, ilk olarak en başta dediğimi yinelemek isterim: anlamak için okuyunuz. laf olsun diye ya da sadece cevap yetiştirmek için değil. soylediğim şey bu değil. başkasının kapısı da umurumda değil. 'herkes kendisini yakışanı yapar' ya da 'aslan yattığı yerden belli olur' bu konuda düşüncem bu.
aslında 'adsız' olmanız -korkaklıktan da olsa- güzel. çünkü emre diye birisi yok aslında. emel, ali, ayşe, hrant, yorgo vs. olmadığı gibi. sokakta kediler bize bakınca ayrı ayrı bireyler görmüyor, biz nasıl kedilere köpeklere bu dünyada bizim kadar ve bizim gibi yaşamak hakkı bulunan 'bireyler' olarak bakmıyorsak. önce değil birbirimizden, dünyadaki hiçbir varlıktan farkımız olmadığını anlamak lazım diyorum. yoksa ne mi olur? bir gün osmanlı ermenileri tehcire zorlar, öbür gün almanlar yahudileri keser, sonra o ermeniler azerilere, yahudiler de başkalarına zulmeder. konuyu nerelere getirdim... hadi iyi günler.
adsız emre