Ana içeriğe atla

Ayakkabı (Bis) !

Bağdat’tan sonra Istanbul’da da bir gazeteci bir iktidar temsilcisine ayakkabı fırlattı. Gazeteci esas olarak ne iş yapar? Yapmalı? Son dönemlerde gazeteciler haber yapmak yerine neden daha çok haber olmayı tercih ediyor acaba?

Birgün gazetesi politika editörü Selçuk Özbek’in 1 Ekim Perşembe günü Bilgi Üniversitesindeki bir toplantıda İMF Genel Müdürü Dominique Strauss-Kahn’a (DSK) ayakkabı fırlatması hem siyasi hem de gazetecilik etiği açısından tartışmaya yol açtı.

Siyasi açıdan bakıldığında, şiddet içermeyen her türlü tepkinin, protestonun demokratik ortamda hoşgörüyle karşılanması, bunun doğal, olağan, hatta yasal ve meşru olduğunu kabul etmek gerekir.

Dünyada her gün bu tür eylemler yapılıyor. Muhalifler, protestocular karşı oldukları kişi ya da kurum temsilcilerine kremalı pasta, çürük yumurta ya da boya atıyor. Özellikle Batı ülkelerinde bu tür eylemler bazen haber bile olmuyor. Eylemci, mağdur tarafından şikayet edilmezse gözaltına bile alınmıyor. Protestoya uğrayan da, üstünü başını temizleyip işine devam ediyor.

Ne var ki, bu son olayda, ‘Türk misafirperverliğine yakışmadı’, ‘Bu bir saldırıdır’, ‘DSK aslında sol kökenli bir yöneticidir’ ya da ‘Global bir başkent olarak Istanbul’un imajı bozuldu’ gibi itirazlar öne sürenler, milliyetçi ve muhafazakar görüşleri ya da garip solculukları nedeniyle demokratik bir hakkı görmezden geliyor.

Kimi yorumlarda, protesto eyleminin yeteri kadar orijinal/yaratıcı olmadığı hatta taklit olduğu hatırlatılıyor. Bazıları ise bu tür bireysel ve kahramanvari eylemler yerine kitlesel protestoların önemine dikkat çekiyor. Bence haklılar.

Gelelim şimdi işin gazetecilik etiği açısına:
Ayakkabıyı fırlatan kişinin gazeteci olması konuyu farklı ele almamızı gerektiriyor. Birgün gazetesi Yazı İşleri Müdürü Selami İnce, Perşembe akşamı TRT 1’de yayınlanan ‘Medya Müfettişi’ programında, protesto eylemini gazete olarak da onaylayıp desteklediklerini söyledi. İnce, ‘Selçuk Özbek’in politika editörü olmasına rağmen, bu toplantıyı bizzat izlemek istediğini’ söyledi. Bir başka haberde ise Özbek’in iki gündür izinli olduğu belirtiliyordu. Selçuk Özbek, olaydan sonra yaptığı açıklamada, olayın ‘spontane olarak’ geliştiğini belirtti. Önceden bir hazırlığı olmadığını söyledi. Ne var ki, salonda, ayakkabı fırlatma olayının hemen ardından, bir genç kızın pankart açmaya çalıştığını gördük. Genç kız ile Özbek’in aynı siyasi grubun üyeleri olduğunu da öğrendik.
Bir başka ayrıntı da, Selçuk Özbek’in öğrenci kimliği. Açık Üniversite öğrencisinin bir gazetede ya da herhangi bir işyerinde çalışması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak İnce’nin açıklamalarından, Özbek’in bu toplantıya, öğrenci kimliği ile değil, gazeteci hatta muhabir olarak gittiğini anlıyoruz. Zaten, Birgün yetkilileri de olayla ilgili haberleri ajanslardan ve başka gazetelerdeki meslekdaşlardan alıp yayınladıklarını söylediler. Bu ayrıntı önemli. Böylelikle Selçuk Özbek’in bu toplantıya Birgün gazetesi muhabiri kimliği ve gazetecilik yapmak amacıyla gitmiş olduğu teyid edilmiş oluyor.

Kendimi tutamadım!

Bu araya bir parantez açmak istiyorum:
1978 ya da 79 yılı olmalı. Aydınlık gazetesindeyiz. Istanbul’da bizim de çok önem verdiğimiz bir ‘Ne Amerika Ne Rusya’ yürüyüşü var. Hem haber hem de fotograf için muhabir bir arkadaş görevlendirilmiş. Atılgan, heyecanlı ama genç ve tecrübesiz bir arkadaş. O zaman cep telefonu filan yok. Biz gelişmeleri haber merkezindeki polis telsizinden izleyebiliyoruz. Yürüyüş başlamadan önce genç muhabir ön haberini geçti. Yürüyüş başladı, devam etti ve bitti. Ama ne yazık ki bizim muhabirden ses seda yok. Gazeteye gelip haberini yazması, fotograflarını banyo etmesi gerek. Sayfa bağlandı bağlanacak. Ajanslardan, sağdan soldan bilgiler toplayıp haberi yazdık. Arşivden eski bir yürüyüş fotografı bulup birinci sayfayı çattık, pikaj-montaj derken sayfa kalıba gitti. Hatları kaçırmayacak şekilde sayfayı yetiştirdik. Saat ilerlemişti. Bizim muhabirden hala ses seda yok. Aradık taradık yok. Sonunda akşamın ilerleyen saatlerinde, Genel Yayın Yönetmenimiz Oral Çalışlar Emniyet’i aradı ve bizim muhabirin karakolda alıkonduğunu öğrendi. Çalışlar birkaç arkadaşla gitti ve muhabir arkadaşımızı karakoldan aldı, gazeteye getirdi. ‘Ne oldu?’ diye sorduk. Biraz mahçup biraz kızgın anlattı: ‘Yürüyüşün bir aşamasında polis göstericilere müdahale etmeye kalktı. Oradaki arkadaşlar da slogan atarak polise direndi. Ben de kendimi tutamadım. Gruba katılıp slogan atarak polise direnince bizi yaka paça aldılar’.
Gazetede o anda bir tartışma başladığını hatırlıyorum. Çoğu arkadaşımız muhabir arkadaşı haklı buldu. Polisin tutumunu kınadı. Az sayıda arkadaşımız ise, muhabirin yürüyüşe slogan atıp polise direnmek için değil haber yapmak için gittiğini söyleyip, görevin, siyasi katılımdan daha önemli olduğunu söyledi. Hatta biz bu polis müdahale girişiminden habersizdik. Hem yürüyüşün tümünü hem de bu ayrıntıyı atlayabilirdik.

Gazetecilik kaçınılmaz olarak çok siyasi bir meslek. Siyaset de bir süredir belki de esas olarak medya/gazetecilik üzerinden yapılıyor. Ama siyaset ile medya örtüşen alanlara sahip olsalar da, iki farklı alan. İkisinin ayrı amaçları, yöntemleri, kuralları, ayrı işleyiş mekanizmaları var. Gazeteci, siyasetçi/militan gibi davranamaz, davranmamalı. Keza siyasetçi de gazetecilik yapmamalı. Bizim sol gelenekte ve Kürt medyasında da ne yazık ki bu ayrım her zaman net bir şekilde yapılamadı, yapılamıyor.

Istanbul Bağdat mı?

Selçuk Özbek açıklamasında, Bağdat’ta Bush’a ayakkabı fırlatan gazeteci El Zeydi’den ilham aldığını söylüyor. Ne var ki bu iki eylem benzerlikler taşımasına rağmen önemli farklı niteliklere sahip. Bağdat, işgal altındaki Irak’ın başkenti. Irak basını üzerinde ağır bir sansür var. Iraklı gazetecinin ayakkabı fırlattığı kişi de işgalin bir numaralı siyasi sorumlusu ABD Başkanı Bush. Muntazır El Zeydi’nin eylemi bence etik kurallara pek uymasa da meşru bir eylemdi. O koşullarda hem siyasi hem de mesleki alanlarda protesto kanalları açık olmadığı için ayakkabı fırlatmak anlaşılır, kabul edilir bir eylemdir bence. Eylemi gerçekleştiren bir gazeteci olsa dahi...
Istanbul ise IMF’nin işgali altındaki bir ülkenin kenti değil. Türk basınının tamamen özgür olduğunu kimse iddia edemiyor ama Irak basını kadar sansür altında değil. Üstelik Istanbul, IMF’ye karşı çeşitli kitlesel protesto eylemlerinin yapılabildiği bir kent.

Kimlik bozulması

Bu olayı aslında tek başına ele almamak gerekir. Uzunca bir süredir, bazı gazeteciler haber yapmak yerine haber olmayı tercih eder hale geldi. Amaçları, nitelikleri farklı olsa da birkaç örnek sayayım: Bosna Savaşı sırasında Türkiye gazetesinin bir muhabiri, fotograf makinası ya da kamera yerine omzuna bir makineli tüfek alıp, cepheye gidip, fotograf çekeceğine silahın tetiğine basmıştı. Bu yetmiyormuş gibi kendi gazetesi de haberi manşetten verdi: Bir Sırp’ı vurdum!
Amerikan Fox televizyon kanalının bir muhabiri de, 11 Eylül’den sonra Afganistan’a saldıran Amerikan ordu birlikleriyle birlikte elinde yine otomatik tüfekle poz verip ‘Bin Ladin’i öldürmeye gidiyorum’ demişti.
Her iki gazetecinin de gazetecilikle hiçbir ilgisi olmayan hatta gazetecilik ruhuna, felsefesine, anlayış ve pratiğine tamamen aykırı işler yaptığını belirtmeye herhalde gerek yok.

Gazeteciliğin sağladığı imtiyaz ve kolaylıklardan yararlanarak askerlik yapmak pek matah bir işlev olmasa gerek.

Daha yakın bir geçmişte Türkiye’de de benzeri vakalara tanık olduk. Birkaç Genel Yayın Yönetmeni başyazı ya da haberle hiçbir bağlantısı olmaksızın, işverenlerinin ticari-mali sorunlarını çözmek için, hafif medyatik tehditler eşliğinde iktidar sözcüleriyle görüşmeler yaptılar. Kimisi Belediye’den ruhsat istedi kimisi mukavva fabrikası için kredi teşviki. Bu iki olay belgelendi ama utanma/sıkılma Türk egemen medya yönetici ve mensuplarının sözlüğünden uzunca bir zamandır çıkmış olduğu için, bu kişiler hala köşelerinde kalem oynatıyorlar.

Bir hafta çarşafa bürünüp ertesi hafta soyunan kadın gazeteci konusu da tartışılmıştı. Ardından bu konuda sabıkalı bir ‘gazeteci’ kişisel bir Hac magazin dizisiyle yeniden haber oldu.

Haber yoksa ben haber olurum

Tüm bu sapkınlıkların son dönemde artması tesadüf olmasa gerek. Son yıllarda gazeteciliğin işlev ve konumunun değişmesiyle, kamu çıkarı, muhalefet, sorgulama, irdeleme gibi asli değerler rafa kaldırıldı. Yerine, özel çıkar savunusu, iktidar yanlılığı, yüzeysellik, egemenleri onama ve rıza yaratma/üretme gibi amaçlar uygulamaya girdi. Gazeteci, esas olarak medya mülkiyetinden kaynaklanan engel ve nedenler yüzünden, bu tür haberler yapamaz hale gelince, en iyi bildiği konuyu, yani kendisini yazmaya başladı. Buna da ‘Life Style’ gibi parlak bir etiket buldu. Yanlış tabi. Doğrusu ‘My Life Style’ olacak. Gazetecilerin bazıları, ‘olanı biteni aktarmak, yorumlamak’ alanından çıktı, ‘olması gerekeni bakın ben nasıl yaparım’ aşamasına geldi.

Birgün gazetesi editörü de, aslında ve sonuç olarak, egemen medyadakilerin benimsediği yöntemi benimseyerek kendi ideolojisi doğrultusunda hayata geçirmiş görünüyor.

Ben bu arkadaşın siyasi niyetinden ve kişisel samimiyetinden asla kuşku duymuyorum. Aynı eylemi gazeteci kimliği taşımayan birisi yapsaydı bu yazıyı bile yazmazdım. Keza, koşullara uygun ama mümkünse yenilikçi, orijinal ve tercihen kitlesel bir protesto eylemi sanırım herkes açısından daha ilginç olurdu.

Egemen medyanın yaygınlaştırmaya, kabul ettirmeye çalıştığı bir başka yaklaşım da, ‘Ancak medyaya girebilirsen ciddiye alınırsın’ anlayışı. Hele bir de medyaya manşetten, ilginç bir eylemle girebilirsen neredeyse yasal ve meşru olursun! Halbuki doğru, ciddi, özellikle de kamu çıkarı açısından bir eylemin niteliğini ölçecek, ona adeta kalite belgesi verecek kurum/makam egemen medya değildir. Medyaya girmek – ki kimi zaman doğru bir şekilde ‘medyaya düşmek’ deniyor- her zaman doğru ve iyi bir şey değil. Hele herhangi olumlu bir kınama/protesto/eylem planlarken, bunun özel olarak medyaya göre tasarlamak/düşünmek medyanın egemenliğini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.

Bir gazete ya da bir gazeteci, IMF’nin yani kapitalizmin önemli kalelerinden biri olan bu kurumun, milyonlarca insanı açlık, işsizlik ve sefalete nasıl mahkum ettiğini en iyi bir şekilde herhalde ayakkabı fırlatarak kanıtlayamaz. Ben gazetecilerin, yazı/haberin yanı sıra fikir, görüş ve tutumlarını ifade edebildikleri yöntemleri kullanabileceğine inanıyorum. Bir basın konferansını boykot etmek akla ilk gelen mesleki protesto şekli. IMFzede insanların dev posterlerinin sergilenmesi, Fransa’da ATTAC grubunun gerçekleştirdiği bir eylem türü. Gazeteci esas olarak, derin bilgi veren, perspektif sunan bir haber ya da analiz-sentez yazısı, düşündüren hatta bilinci ve vicdanı açan bir manşet yaratmakla yükümlü. Olumsuzluğa muhalefet ederken olumlu, doğru öneriler geliştirenleri sahneye çıkaran bir aktör. Bunları es geçip, protesto için sadece ayakkabı fırlatırsan, emperyalizm pek de yara almaz. Maalesef!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle