Ana içeriğe atla

Kayıtlar

HDP'ye Saldırılar...

(EVRENSEL gazetesinin sorularına yanıtlar) * HDP'nin seçim çalışmalarına yönelik pek çok yerde saldırı gerçekleşti. Bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz? - HDP’ye yönelik saldırıların iki temel nedeni olsa gerek: Geleneksel, ulus-devletin Kürt düşmanlığı, sokak faşizmi şeklinde tezahür ediyor. HDP, artık talancı-rüşvetçi-yalancı olarak nitelenen mevcut siyasi iktidara ve kadim militarist-ulusalcı resmi muhalefete karşı, özgürlükçü, demokratik bir 3. seçenek olarak özellikle Gezi Direnişinden sonra yükselen bir güç olarak siyaset sahnesinde. AKP, 2012 Aralık ayından bu yana Çözüm Süreci adı altında Kürtleri oylama, biat ettirme ve AKPlileştirme sürecinde hiçbir tayin edici olumlu adım atmadığı için de, Kürt cephesini saldırıya açık hale getirmeye çalışıyor. *Ne Hükümet ne de muhalefet partilerinden bu saldırılara yönelik herhangi bir açıklama yapılmadı. Bu sessizliği nasıl yorumluyorsunuz? - Sessizlik, AKP’nin de muhalefetin de bu saldırıları desteklemesi anlamına g

Bir iktidar aracı olarak sansür

Türk medyasının yıllardır egemenlerin denetiminde olduğunu biliyorduk. Alo Fatih! hattı bize sansür konusunda yeni bilgiler verdi. Ne var ki, bugünkü iletişim çağında iktidarlar artık sansürden eskisi gibi yararlanamıyor. Üstelik sansür çoğu zaman da ters tepiyor. Erdoğan usulü sansürden birkaç kare… "Sansür, her bir yurttaşın ifade özgürlüğünün keyfi ya da doktrinal bir nedenle sınırlandırılmasıdır. Sansür, siyasi ya da dini bir iktidar mekanizmasının, kitaplar, gazeteler, bültenler, tiyatro piyesleri ya da sinema filmlerinin içeriğini, bu yayınlar yurttaşa ulaşmadan önce incelemesi/denetlemesi ve iktidarın görüşlerine uygun hale getirmek için kısaltılması, kesilmesi, tahrif edilmesi ya da tamamen yasaklanmasıdır. İfade özgürlüğüne yönelik bir saldırı olarak sansür, kimi zaman yayından önce, kimi zaman da yayından sonra yapılabilir.  Siyasi sansür, ifade özgürlüğünün hükümet tarafından kısıtlanması anlamına gelir. Dolaylı ya da resmi olmayan sansür ise baskı aracılığıyla

Ahmet Güngören’in ardından

Tanıyanların sevdiği, şahsen tanımayıp kitaplarını okuyanların saydığı hakiki bir aydındı Ahmet Güngören. Tam bağımsız ve hakikaten demokrat, ayrıca da öpözgün bir şahsiyetti. Çelebi, gırgır, hayatı seven bir arkadaşımızdı.  Binbir sorun, sıkıntı, uğraş arasında geçenlerde Ahmet’i kaybettik. Aix-en-Provence’da aynı yıllarda (1973-78) üniversite tahsili yapmıştık, öğrenci derneğinde birlikte Maoculuk etmiştik. Çok sonraları, ‘90’lı yılların sonlarına doğru, Patika Yayınları’nın yöneticisi olarak benim ilk medya eleştirisi kitabımın editörlüğünü üstlenmişti. “Apoletli Medya” başlığını da o çıkartmıştır. Kitaptaki bir yazıda, dönemin egemen medyasını betimlerken kullandığım sıfatlardan biri… O kitabın ilginç kapak tasarımını Ayşegül Güngören yapmıştı. Ahmet’in oğlu Deniz’in annesi. Ahmet’in babası Taocu idi, oğlu üniversite yıllarında Maocu olmuştu. Bu ses uyumunu kikir kikir gülerek anımsardık her seferinde. Ahmet hakkında unutamadığım bir olay da şuydu: Sılada üniversitede il

ÇİVİ, ZIVANA, ŞİRAZE...

Kuvvetler ayrıldı mı, birleşti mi?   Hak, hukuk, adalet, vicdan, mantık ve insaf… günlük hayatta da, devlet idaresinde de olmazsa olmaz kavram ve gerçekler. Bunlar olmayınca, içi boş her şeyin. O zaman ayakkabı kutuları doluyor, o zaman çenebazlar komplo, paralel devlet, Haşhaşinler diye saçmalıyor. Gazetelerde televizyonlarda çapsız adamlarla kadınlar da hırsızları, katilleri savunmak için maaş karşılığı nutuk atıyor. Sultan Alparslan, size bir şey sorabilir miyim? Rahmetli babam, Hukuk profesörüydü ve ben kendimi bildim bileli, ‘Bu memleket ölmüş, gömeni yok’ derdi. Üstelik o zamanlar henüz Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay bugüne kıyasla hukuka daha fazla saygı gösterirdi. Bu Yüksek Mahkemeler, özellikle yürütmenin hukuka, vicdana aykırı yasa ya da edimlerini engellerdi. O zamanlar, 60’lı 70’li yıllardan sözediyorum,  savcı talimatına uymayan kolluk kuvveti yoktu. Ya da polis teşkilatına örgüt suçlaması yapan yoktu. Yanlış anlaşılmasın o zaman da resmi ideoloji vardı, ya

HUKUK DEVLETİ, YANDAŞLAR VE MAHKEME GAZETECİLİĞİ

Acaip bir memlekette  yaşadığımız kesin. Acaip çünkü hukuksuz. Acıyamıyorum bile bağzı köşe yazarlarına. Kimileri de gazetecilik yapmamak için bahane üretiyor.   Ses kayıtları yağmuru altındaki yoğunlukta üç nokta: -        Herhangi bi hukuk devletinde bu kayıtlar gün yüzüne çıktığında Savcılık derhal soruşturma açar. Savcılık makamı sırasıyla, bu kayıtların gerçek mi yoksa montaj mı yani sahte mi olduğunu bilirkişiler aracılığı ile ortaya çıkarır. Telefon görüşmelerindeki kişiler, yani Bilal Erdoğan ve adı geçen iş adamları ve diğer kişiler ifade vermek üzere Savcılığa davet edilir. Başbakan’ın dokunulmazlığı olduğu için, ‘Yargı  Erdoğan’a hiç bir şey yapamaz’ görüşü hakim. Oysa ki sözkonusu dokunulmazlık, yani milletvekili dokunulmazlığı, bir başka tanımla kürsü dokunulmazlığı, seçilmiş kişilerin suç işleme ya da suç işledikten sonra soruşturma ve koğuşturmadan muaf  olma özgürlüğü olarak yorumlanamaz. Milletvekili dokunulmazlığı, sözkonusu kişinin yasama faaliyeti içinde ç

SON GAZETECİ KİTAPLARI NE ANLATIYOR? (*)

*  Medya ıssızlaşırken, irtifa kaybedip, kalite ibreleri düşerken,  iktidar baskısıyla işinden olan gazetecilerin bazıları kaleme sarılıp başlarından geçeni yazdılar. Ellerine sağlık… Ama yine de bazı çekinceler yok değil. Fevkalade menfi ve zor günler geçiriyor Türkiye’de gazetecilik. Çünkü, bir gazete, politika ve uygulamalarını denetlemekle, açıklarını bulup teşhir etmekle ve doğru alternatifleri göstermekle yükümlü olduğu iktidarın çok ağır, yoğun, sistematik, faşizan baskılarıyla karşı karşıya. Gazetecilikte özgürlük ve bağımsızlık olmadığı zaman yapılan işin şekli şemali, muhtevası, biçimi hatta adı bile değişiyor. Kâh ajitasyon-propaganda oluyor, kâh halkla ilişkiler, bazen haber çarpıtma, bazen haber gizleme, kimi zaman da manipülasyon… Baskılardan bahsederken, öyle soyut, genel baskılar değil söz  konusu olan. Artık uluslararası alanda da kabul gördü ki, Türkiye bir gazeteci hapisanesi. Dünyada en çok gazeteci Türkiye cezaevlerinde. Merkezi New York’ta bulunan CPJ’

OLMAYA MATBUATTA HÜRRİYET…

2014 kışı. Her kış doğal olarak soğuktur ama bu kış cam kesiği soğuğu. Kızılcık şerbeti de kalmayınca kan kusuyor mesleğimiz. Tiksinç şeyler oluyor medya ortamında. İlk işaret fişeğini Haluk Şahin vermişti: Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar (Say, 2011). Doğduğunda belki tam olarak Hakiki Gerçeğin, Toplumsal Hakikatin, sessizlerin, mülksüzlerin sesi değildi ama, gazetecilik, hiç olmazsa 1960’ların sonlarına kadar zenaat olarak, yurttaşın, haklının, yoksulun daha çok yanında yer aldı. O zamanlar  ‘Gazeteci’ denince, ayağa kalkılıp düğmeler bile iliklenirdi. Ayarı kaçırmayalım, gazete patronlarının bir kısmı mebustu, matbuatla basın da, kaçınılmaz olarak resmi söylemin üretim ve dağıtım merkezi gibi çalışırdı ama yine de o zamanki durum, bence her şeye rağmen  bugünkü manzaradan iyi idi. Ahmet Emin Yalman’dı mesela gazete patronu. Bugün Ahmet Çalık! ‘T.C Mustafa’(?) Mutlu, işten atılınca kendine geldiğini sandı, içini döktü: ‘Dön Kardeşim’, (Kırmızı Kedi, 2013). Sonra Mustaf