Ana içeriğe atla

Kayıtlar

BALBAY HADİSESİ

www.habervesaire.com'da yayınlanan görüş: Gazetecilik açısından bakıldığında herhangi bir haberci böylesine önemli bilgilere ulaşma imkanına sahip olduğu zaman bunu ileride kitap yapacağım, not olarak saklıyorum şeklinde savunmaya giremez. Evet gazetecinin görevidir. Herkesle görüşür. Darbe yapmak isteyenlerle de sivillerle de görüşür ama aldığı bilgiyi medyası aracılığıyla kamuya iletmek üzere iş yapar. Burada meslektaşımızın işleri bu şekilde yapmadığını görüyoruz. Öte yandan gazeteci darbe yanlısı olmaz. Gazeteci şiddetten, gayri yasal yollara bulaşmaktan, meşru zemine karşı durmaktan kesinlikle uzak durmalıdır. Üstelik burada Mustafa Balbay bir gazeteci, muhabirlik yapan bir gazeteci işlevi yerine darbe yanlısı bir fikri oluşuma katkı sunan biri olarak görünüyor. Yani buradaki gazeteciler sosyal, siyasal, askeri olaylarda aktör ya da yan aktör olarak yer almış. Hem de bunlar gazetecilik ya da habercilik işi değil. Zaten Şener Eruygur da yapılan toplantıya herkesi çağırmıyor. Ya

HABERTÜRK MAALESEF...

Ciner grubunun Fatih Altaylı önderliğinde yayınladığı günlük gazete çıkalı on beş gün oldu. Bir gazetenin kimliği/kaderi ilk 10 günde belli olur. Günlük gazetecilikte kervan, yolda düzülmez. Bir gazete ilk başta ne ise, sonra da odur, öyle kolay kolay radikal/önemli/büyük değişiklikler yapıl(a)maz. Habertürk gazetesi yayına başladığından bu yana, gazetelerde ve internet sitelerinde gazetecilikten anlayan anlamayan bir çok insan, yeni gazeteye ilişkin görüş ve değerlendirmelerini yazdı. Değerlendirmelerin çoğu olumsuz idi. Ama bu yazıların arasında, ‘her şeyi bilen adam görünümlü hiç bir şeyi bilmeyen adam’ sayılan Hıncal Uluç’unki, Habertürk’ü her zamanki abartılı uslubuyla övdü, Altaylı öğütler verdi. Sabah gazetesindeki köşesinde suyu kaynayan Uluç, böylelikle bir nazar boncuğu da Ciner grubuna göndermiş oldu. Habertürk’le ilgili diğer değerlendirmelerde, köşe yazarlarının fakirliği ile kağıdın cinsi, gazetenin boyutu dışında herhangi bir değişiklik olmadığı, gazetenin ruhsuz-kiml

İKTİDAR MÜPTELASI

İki ucu kirli değnek ne doğru bir sözdür Doğan’la Erdoğan’ın anlaşmazlığını betimleyen. Bu ikisi neden kapışıyor ki? Bu çelişmede gazeteci ne yapmalı? Ne yapabilir? Ne yapamaz? Neden? Dış görünüşte Aydın Doğan/Recep Tayyip Erdoğan kapışması olarak görünen medya/siyaset çelişkisi, Doğan’ın röportajı ve Erdoğan’ın açıklamalarıyla yeni boyutlara ulaşıyor. Bu konuda yazı yazmayan, yorum yapmayan neredeyse kalmadı. Bu yazılarda takıldığım iki soruya yanıt aramak istiyorum: • Bu çelişmenin gerçek niteliği nedir? • Gazeteci bu çelişmede nasıl bir tutum takınmalı? Daha önce de yazmıştım (Bkz. www.apoletlimedya.blogspot.com’daki. 29 Eylül 2008 tarihli ‘Ne Doğan, ne Erdoğan!’ başlıklı yazı. Aynı yazı 28 Eylül 2008 Pazar tarihli Birgün'de yayınlandı.) kapışanlar, Türkiye’nin en zengin iki şahsiyeti. Biri hükümetin başında diğeri de en büyük holdinglerden birinin sahibi. Tartışmada bir aralar adı sık geçen iki anlaşmazlık alanı Istanbul Hilton’un arazisi ile Mersin’de rafineri arsası idi. S

AŞİL TOPUĞU

Önce gazeteciler sonra okurlar, atv-Sabah’daki grevden ne kadar haberdar? Sendika ve grev, geçmiş bir dönemin sözcük ve uygulamaları mı yoksa? Akhilleus sonunda nasıl öldü? Geçenlerde Tayfun Talipoğlu’nun TRT 1 kanalında, TRT’nin değişimini tartıştığımız programda, sonlara doğru, yani saat gece yarısını çoktan geçmişti, Bilgi Üniversitesinden değerli arkadaşım, meslekdaşım Dr.Esra Arsan, söz aldı ve mealen, ‘’ Bu programa TRT’deki sendikacı arkadaşları da davet edip onlara da söz hakkı verseydiniz iyi olurdu. Çünkü biz sonuç olarak TRT’yi dışarıdan değerlendirebiliyoruz, eleştirebiliyoruz. Halbuki sendikacı arkadaşlar da olsaydı onlar içeriden, çalışma koşullarını ayrıntılı olarak bizlere anlatır, hükümetin ya da yönetimin çalışanlarla ilişkilerini anlatırlardı’ dedi. Programın yöneticisi Talipoğlu, Esra’nın konuşmasına kadar, TRT’ye yönelik eleştiriler konusunda kendisine merkezden iletilen not ya da yanıtları aktarıyor, bir şekilde o programa çağrılı gazeteci, medya eleştirmeni ya

KIŞLANIN MEDYASI / MEDYANIN KIŞLASI

(Bu yazı, Almanya'da yayınlanan Özgür Politika gazetesinin eki Politikart'ın 16 Şubat 2009 tarihli sayısında yayınlandı) Apoletli Medya sadece fikren apoletli değildir. Türk egemen medyasının yapısı, çalışma tarzı da apoletlidir. Her Türk asker doğuyorsa, her gazeteci de Türkse, her gazeteci aynı zamanda asker demektir. İtiraz, eleştiri, farklı görüş önermek yasa ve tüzüklere göre ayrıca içtihad olarak ‘isyan sebebi’ sayılır. Ona göre! Pink Floyd’un Syd Barrett’ten sonraki serok’u Roger Waters, bir şarkısında mealen ‘Askeri hayatta her şey çok rahat/ Hiç düşünme, hiç tasalanma/Sadece emirleri yerine getir/Askeri hayat çok güzel’ der. Bir efsaneye göre ‘Her Türk asker doğduğu’ için, sadece 18-20 yaşına gelen Türk gençlerinin yaşadığı sınırlı bir süre değil, bir hayat tarzı, bir anlayış hatta bir ideoloji olarak kışla kültürü yani militarizm, Orta Asya’dan, Malazgirt’ten bu yana Türkiye toplumunun dolayısıyla da yurttaşlarının çok büyük çoğunluğunun neredeyse tüm fiziki ve f

ALAMET-İ FARİKASI APOLETTİR!

(Evrensel Gazetesinin sorularına yanıtlar) Bu yazının kısaltılmış bir versiyonu 16.02.2009 tarihli Evrensel'de yayınlanmıştır. Türk egemen medyası ile Ordu ve Sermaye (Ekonomik İktidar) arasındaki ilişkiler başlangıçtan bu yana bağımlılık ilişkileri çerçevesinde gelişti. Hele 80’lerden sonra, zenaat niteliğini yitirip sanayi haline gelen medya, o büyük sermayenin hem organik (Holdingin bir parçası) hem de ideolojik müştemilatı haline geldi. Ordu da baştan beri mali sermayenin ordusu olması itibariyle ‘Ordu Semayeye Elele’ sloganı neredeyse egemen medya organlarının tümünün künyesine işlendi. Medya, ordu ile sermaye arasında nadiren çelişkiler olduğunda da yakın zamana kadar esas olarak ordudan yana tavır aldı. Çünkü Türkiye burjuvazisi gerçek anlamıyla bağımsız bir sınıf olamadığı için ve galiba da istemediği için, önemli bir yatırım ve ideolojik aracı olan medyayı çoğu zaman ordunun emrinde değerlendirdi. 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a kadar, farklı dozlarda medya, ordunun safını tut

Can Dündar’ın asıl sürprizi!

Can Dündar, 3 Şubat 2009 Salı tarihli, Milliyet gazetesinde, ‘Kayıtlardaki sürpriz’ üst başlığı ve ‘Davos bandını yeniden izleyince...’ başlıklı yazısının bir bölümünde aynen şöyle diyor: ‘’Tercümedeki eksik 9) Gelelim asıl sürprize: Bandı İngilizce izleyince simültane tercümanın belki telaştan, belki diplomatik bir skandala engel olmak için bazı sert sözleri atladığı ya da dozunu düşürdüğü anlaşılıyor. Mesela Erdoğan Peres’e, “Sesin yüksek çıkıyor. Sesinin çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisiyledir” diyor. Çeviri şöyle: “Çok güçlü bir sesiniz var. Belki de kendinizi biraz suçlu hissettiğinizden sesiniz güçlü çıkıyor.” Erdoğan’ın “Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz” sözü tercüme edilmemiş. “Benim için Davos bitmiştir” sözü de... Dolayısıyla, Peres ve Türkçe bilmeyen dünya, Erdoğan’ın diklenişini bizimle aynı dozda hissetmemiş.’’ Dündar bu iddiasını aynı gün TV8’deki bir demecinde de tekrar etti. Akşam yönettiği ‘Neden’ programında ise benim izleyebildiğim kadarıyla bu çevir