Ana içeriğe atla

YENİ OSMANLI, ESKİ DERİN DEVLET, SONSUZ ÇIKMAZ



Suriye 

YENİ OSMANLI, ESKİ DERİN DEVLET, SONSUZ ÇIKMAZ

Tek Adam rejiminin bedbaht Suriye macerası geçmişi, bugünü ve geleceğinin yanısıra Ankara’nın içeride ve dışarıda uyguladığı plansız dönüşüm politikaları, çıkmazlarını sergiliyor.

Ragıp Duran

Arap Baharının bölgedeki yansıması olarak patlak veren Suriye iç savaşının Türk yönetimi ve Türkiye üzerindeki çok boyutlu ve çok olumsuz etkileri her geçen gün daha bariz bir şekilde ortaya çıkıyor.
Önce sorunun beş tayin edici boyutunu sıralayalım:
·       Suriye’deki savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan yaklaşık 4 milyon Suriyeli.
·       Yakın zamana kadar Suriye’nin özellikle Türkiye ile sınır bölgelerinde, kuzey’de ve kuzey doğu’da doğduğu sanılan iktidar boşluğunun Ankara tarafından doldurulmaya çalışılması
·       Aynı bölgede gün be gün oluşmakta olan özerk Kürt idaresinin Türk devleti tarafından terörizm bahanesi ile ortadan kaldırılma girişimleri
·       Moskova, Washington, İran, İsrail ile Şam rejiminin yanısıra yerli ve global Cihatçı güçlerin Suriye’deki iktidar kavgasına Ankara’nın ortak olma isteği
·       Bu girişimin Ankara’nın Washington, Moskova ve AB ile ilişkilerinde yarattığı gerginlik hatta çıkmazlar
Şimdi de her bir boyutun biraz ayrıntısına girelim:

  MİSAFİR İDİ SORUN OLDU
Dehası kendinden menkul Dışişleri eski Bakanı Davutoğlu’nun ünlü ‘’Komşularla Sıfır Sorun’’ politikası AKP’nin ilk başlarda bir vitrin malzemesi idi. Bu malzeme zamanla Eyyubi camiinde namaz kılma dönüşümüne uğradı. Hoş bu arada Süleyman Şah türbesi, PYD olmasaydı IŞİD’in eline geçip toz toprak haline gelecekti. Davutoğlu, ilk başlarda Suriyeli göçmenler konusunda istiab haddini 100 bin olarak açıklamıştı. Ne var ki bu sayı 4milyona yaklaştı. Bugün anlıyoruz ki, Erdoğan rejimi, daha o zaman, bu Suriyeli ‘’göçmen stokunu’’ hem içeride (Bilahare vatandaş yapılarak, ya da olası bir karışıklıkta hazır kıta olarak değerlendirmek için) hem de dışarıda Batı’ya karşı bir şantaj malzemesi olarak kullanmayı tasarlamış. Bu plan geri tepti. Çünkü, Türkiye’nin ekonomisi ile milli ve milliyetçi yapısı, bu kadar kalabalık bir Arap kitlesini ağırlamakta ve mas etmekte başarısız oldu. Türkiye’de anti-semitizm, sadece İsrail düşmanlığı ile sınırlı değil. Atasözlerinden de belli, Osmanlı’nın yıkılış efsanelerinden de belli ki, ‘’Arap’’ Türkiye’de ve Türkçe’de olumsuz bir sıfat. Zaten son yerel seçimler de gösterdi ki, ağır ekonomik sıkıntılar içinde kıvranan yurttaşlar, ülkedeki Suriyeli ’’misafirlere’’ pek hoş bir evsahipliği yapmak niyetinde değiller. Aslında Türkiye’de artık açıkça ırkçılığa dönüşmüş bir Suriyeli düşmanlığı mevcut.
Tek Adam rejimi, iki de bir, ‘’Kapıları açarım haa’’ tehdidiyle Batı’dan hem para almak hem de onları sıkıştırmak amacıyla Suriyeliler kartını kullanıyor. Bu konuda Avrupa başkentleri yatıştırıcı politikalarını halen tamamen terk edemedi.
Oysa ki, mülteci sorunu esas olarak ancak her insanın kendi ülkesinde huzurlu bir şekilde yaşamasıyla çözülebilir. Yani sorunun sonuçlarıyla değil, kaynağı ile uğraşmak gerekirdi. Ankara, bugün izlediği günü birlik, istikrarsız politikalar, işgalci ve mezhepçi yaklaşımlar yerine, Suriye’de iç savaşı sona erdirecek politikalar benimseseydi, belki yine mülteci ağırlamak zorunda kalabilirdi ama hem sayı bu kadar yüksek olmazdı hem de bu sınırlı sayıdaki Suriyeli göçmenler en kısa zamanda kendi topraklarına, evlerine dönebilirdi.

 ESKİ VE YENİ SORUNLAR
Ankara-Şam ilişkilerinde her iki taraftan bakıldığında önemli bir kaç sorun var: Misak-ı Milliye’ye geç olarak ve bazı manevralar sonucunda katılan Antakya (Hittitlerden mülhem Hatay diye bir isim uydurdular, binlerce yıllık İncil kenti Antakya’ya!) Suriye’nin resmi haritalarında Suriye toprakları olarak gösterilirdi.
Ankara, PKK’nin ve lideri Öcalan’ın uzun yıllar Suriye rejimi tarafından ağırlanıp desteklenmesini hiçbir zaman içine sindiremedi. Bu desteği unutmadı ve hınç biledi. Derin devlet, Kürt, Ermeni ve Pontos meselesi kadar olmasa da Türkiye’de yaşayan Arap azınlığa karşı her zaman kuşkulu ve kaygılı gözlerle baktı. Arap azınlığın arkasında kocaman bir Arap dünyasının bulunması merkezi Türk yönetimini tedirgin ediyordu.
Suriye iç savaşında, Kürtlerin, Şam rejimi ile Cihatçılar arasında başlayan kavgada, her iki tarafa da eşit uzaklıkta durup kendi bağımsız üçüncü yollarını inşa etmeye başlaması Ankara’yı en çok tedirgin eden gelişme oldu. Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde aslında bir iktidar boşluğu oluşmamıştı. Beştepe Saray’ı, Esad rejiminin kaybettiği toprakların IŞİD ya da diğer Cihatçı örgütlerce ele geçirilmesinden hiç rahatsız olmadı aksine zaten iyi ilişkiler içinde olduğu ve ‘’ılımlı muhalefet’’ olarak adlandırdığı kesimleri önce ‘’Özgür Suriye Ordusu’’ sonra ‘’Suriye Milli Ordusu’’ adı altında örgütleyip alana sürdü. (Sanki Esad rejiminin milli ordusu yokmuş gibi). Ankara yangından mal kaçırırcasına, kuzey ve kuzey doğu Suriye’yi, terörizm bahanesiyle işgal etmeye girişti. Oysa ki bu bölgedeki Kürt silahlı güçlerinin, YPG olsun SDF olsun, TSK’ya ya da Türkiye’ye yönelik bir tek silahlı eylemi yoktu. Meşru zemine geçmek için, MİT Başkanının ’da gizlice kaydedilen bir konuşmasında itiraf ettiği üzere, YPG/SDF’de bulunmayan orta ve uzun menzilli silahlarla Türkiye’den ya da Suriye topraklarından Türk hedeflerine yapılan atışlar kimseyi ikna edemedi.
Ankara, ABD, Rusya, İran ve İsrail’in güç, toprak ve egemenlik kazanmaya çalıştığı bir ülkede kendi varlığını ve gücünü de ispat etmeye çalıştı. Halbuki, Türk yetkililerin ‘’Esad bugün yarın gidici’’ tahminleri tamamen yanlış çıktı. Şimdilerde Şam’da ve Arap dünyasında ‘’Erdoğan mı önce gidecek yoksa Esad mı?’’ tartışması daha cazip hale geldi. İşgal, Ankara’yı Suriye’de başka bir konuma, kimliğe soktu.

      KÜRTLER OLMASAYDI NE İYİ OLURDU
Kürt meselesi Suriye sorununun kalbini/beynini oluşturuyor. Kürtlerin, Suriye’de ulus-devletin alternatifi olarak ortaya çıkan Demokratik Özerklik sistemini inşa etmeye başlaması, Ankara’da büyük bir panik yarattı. Çünkü bu girişim kaçınılmaz olarak Türkiye Kürtlerini de etkileyecek, merkezi jakoben Türk devleti büyük darbe alabilecekti. Hele bir de aynı dönemde, eskiden sadece bölgesel ve etnik çağrışımlı küçük/orta çaplı bir örgüt olan Kürt siyasi partisi, Türkiye partisi olma yolunda önemli adımlar atıp 6 milyon seçmenin iradesi ile TBMM’nin 3. büyük partisi haline gelmesi telaş ve paniği derin korkuya çevirdi. Başta HDP ile SDF/PYD olmak üzere Türkiye’deki ve Suriye’deki bütün Kürtleri kriminalize ederek tecrit etmek, hapsetmek, yok etmek Tek Adam rejiminin benimsediği yaklaşım oldu. Bugün neredeyse bütün dünya, TSK ve öncü gücü IŞİD ve El Kaide artığı Cihatçıların Suriye’de etnik temizlik yaptığını kaydediyor. Soykırım’dan söz eden ciddi devlet adamları, örgüt ve kesimler de var.
En kalabalık Kürt nüfusunu barındıran Türkiye’nin, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan Kürtlerin de sorunlarını çözebilmesi için öncelikle kendi ülkesindeki Kürtlere özgürlük, bağımsız yurttaş ve kolektif kimlik haklarını tanıması gerekirdi. Bütün ‘’kardeşlik’’,’’ et-tırnak gibiyiz’’, ‘’Çanakkale’de beraber savaştık’’ nutuklarının hiçbir anlam ve değeri yok. Ankara, Kürt köylerini, yerleşim birimlerini yaktı yıktı, Kürt belediyelerine kayyım atadı, Kürtçeyi hala yasaklıyor, Kürtleri dövüyor, öldürüyor, yok sayıyor, malına mülküne el koyuyor. Bu vahşi politikalar yerine, belki de Özal’ın tasavvur edip gerçekleştiremediği Türkiye-Kürdistan Konfederasyonu tezi bile, bir hakim sınıf temsilcisi tarafından tasarlanmış olsa bile, bugünkü durumdan daha kötü değil. Kürtlerin geleceğine Kürtler karar vereceği için geleceğe ilişkin planları burada sınırlayalım. Ne var ki Türk derin ya da yüzeysel devleti, güneyde komşu Kürt devleti/bölgesi/yapısı istememek gibi bir lükse sahip değil. Hiçbir devlet zaten komşularını seçmek ya da beğenmemek hakkına sahip değil.

 NADİR AMA FELAKET BİR DURUM
Ankara’nın gözünü Kürt meselesi bürümüş olduğu için, bütün iç ve dış politikasını bir tek hat üzerine kuruyor: Kürt karşıtlığı. Bu durumda da Ankara, ABD, Rusya, İran, Suriye ve Cihatçılar arasında adeta bir ‘’Hokkabaz Topu’’ durumuna düşüyor. Washington’un Obama’dan bu yana ayrıca bütün Batı koalisyonunun IŞİD’e karşı savaşta, TSK yerine SDF’yi tercih etmesi bütün ittifak ilişkilerini altüst etti. Erdoğan, çeşitli bahanelerle ABD’ye karşıymış gibi görünürken, liseli aşık düzeyinde naz yapıp, Putin’e yaklaştı. Ancak Moskova da, en az ABD kadar, Suriye’de Esad’ın yanısıra Kürtlere de yakın. Afrin’de Ankara’ya büyük bir taviz verdi ama Rusya Savunma Bakanı ya da Dışişleri Bakanı hala SDF ile yakın ilişkilerini sürdürüyor. Erdoğan’ın Suriye’de özel hem de çok özel bir konumu var: Cihatçılarla iyi ilişkisi olan tek lider. Ayrıca Kürtlere düşman olan da tek lider. Zaten birinci konum ikinciyi zorunlu kılıyor. Bütün dünya ise Cihatçılara karşı ve Kürtlerle dost! Erdoğan, Putin’in de manevraları sayesinde Suriye’de Cihatçıların hamisi konumuna düştü. Aslında düşmedi hakikaten öyle.
Erdoğan, Suriye’de bağımsız bir politika izleyemiyor artık. Çünkü Nato üyesi ve ABD’nin stratejik ortağı olarak Washington’a bağlı, çünkü S400’lerle taçlanan yeni ortaklığı nedeniyle de Moskova’nın siyasetlerini hesaba katmak zorunda.

 BUNDAN SONRA…
Ankara’nın Suriye konusundaki bütün politikaları, Türkiye’yi dünyada tecride götürdü, zaten pek parlak olmayan ekonomiyi her geçen gün iyice çökertiyor. Kendisi açısından daha da önemlisi vakti zamanında yüzde 52’lere çıkmış olan seçmen desteği yüzde 40’ların altına düştü.
Erdoğan, bundan sonra Esad rejimi ile anlaşmaya çalışsa bile (Ki Şam’ın böyle bir isteği var mı ki?), ABD ve Rusya arasında en kıvrak figürlerini sergilese bile, AB’nin mümkün olmayan desteğini kazanabilse bile, Türkiye içindeki Kürt meselesini barışçı ve demokratik bir şekilde çözemezse (Ki bu konuda en küçük bir işaret bile yok) çıkmazın içinde debelenip kuyunun içinde bir süre daha bağırıp çağırabilir. Ki hiç kimsenin gelip de kuyuya ip atmayacağını bildiği halde…

TÜKENMEZ KIŞ SAYISI ARALIK 2019 / S 4-6





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle