Ana içeriğe atla

Ş A H A N E B İ R Ç İ F T E T A N I K L I K

 ‘Herkesin umudunun kesildiği noktada bu isyan ortaya çıktı’

‘Bir anda olacak bir şeydi bu, öyle oldu, çok da güzel oldu’

‘Fantastik bir filmin içindeydik adeta’

‘İçinde bir sürü iyi insanın olduğu farklı bir evrende geçen bir film’

Gezi Direnişi henüz birinci yılını doldururken, konuya ilişkin onlarca kitap yayınlandı; hadise siyasilerin dilinde hâlâ mevcut; Gezi hakkında akademik çalışmalar sürüyor; Gezi sırasında Türkiye’nin dört bir yanındaki gösterilerde gözaltına alınanların davaları devam ediyor. 

‘Benzersiz bir şey’

‘Direnişin yakından tanığı ve parçası olduğum iki hafta birçok nedenle yaşamımın en güzel günleri arasındaydı’

‘İsyanı an an yaşarken çalışmak, kendimi verimli ve mutlu hissetmemi sağladı’

‘Her şeye rağmen beraberlik ve dayanışma’

Gezi, 10-15 gün boyunca Park’ta yaşanan olaylardan ibaret değil. Mesele, her sefer tekrar edildiği üzere, 3-5 ağaç meselesi de değil: İtalya’da evsizler işgal ettiği konuta ‘Taksim’ adını verdi. Brezilya’da gençler oradaki isyanda, Gezi adına Türk bayrağını çektiler. ABD ya da AB’nin Türkiye’ye ilişkin resmi diplomatik raporlarında Gezi hâlâ önemli bir konumda. Noam Chomsky de Tarık Ali de, Etienne Balibar da, Alain Badiou da Gezi’ye destek verdi, veriyor.

‘Anti-kapitalist Müslümanlardan bir kişi bana ‘Yirmi gün boyunca yeryüzündeki cenneti yaşadım’ demişti.

‘Bir çatışmayı fotograflarken hapşırdım, ‘Çok yaşa’ dediler, inanılmaz bir şeydi’.

‘İnsanlar evlerinden çıktılar ve ben hayatımın en güzel anlarını o fotografları çekerken yaşadım’

Gezi aslında tam olarak ne fotograf kareleri, ne uzun belgesel filmler ne de ciltlerce kitaplarla anlatabilecek, açıklanabilecek bir hadise. Fevkalade, yepyeni, müthiş bir şey… Çünkü Gezi, ‘herkesin ve hiç kimsenin’, kendiliğinden gelişen, klasik anlamda örgütsüz ve lidersiz, ahlaki, toplumsal, ideolojik, ekonomik, ekolojik, felsefi boyutları da olan bir başkaldırı süreci…

‘Gezi’ye sadece fotograf çekmek için değil orayı yaşamak için gittim’.

‘Polisin olmadığı yerler o kadar güvenliydi ki, gece üçte beşte meydanda dolaşıyordum’

‘Hakikati görünür kılmanın heyecanı ve huzuru…’

Özcan Yurdalan, profesyonel bir fotograf emekçisi olarak, bu kitapta, orijinal ve önemli bir fikir yaratıp, uygulamaya koymuş: Gezi’yi izleyip aktaran fotografçılar ile tek tek söyleşiler yapıp, onların hem kişisel, hem mesleki, hem duygusal, hem de konuya ilişkin izlenim, görüş ve önerilerini almış. Bir anlamda görselle sözü birleştirmiş. Çünkü fotografçıların anlattıklarını/metinlerini okuduktan sonra, çektikleri resimlere bakınca, o resimleri daha iyi anlıyoruz, daha iyi yorumluyoruz. Söz, görseli açıyor, tamamlıyor.

‘Tek derdim hakikati göstermek oldu. Doğruyu değil, hakikatı göstermek istedim’

‘Amacım, direnişin arkasındaki fikriyatı ve ruhu fotograflamaktı’

‘Sözün ve görüntünün yetersiz kaldığı bir ortamda bağımsız fotografçılar ön plana çıktı’

‘Fotograf yalın gerçeğin gücüdür’

Kitabı okurken, Gezi’yi bir kez daha, hem de ayrıntılarıyla yaşıyoruz. Gezi’nin görsel tanıklığını yapan fotografçıların anlattıkları belki de bir çifte tanıklık olarak kayıtlara geçiyor: Onlar zaten bazı anları sabitleştirip olaya tanıklık etmişler, şimdi de söz ile yazı ile bir ikinci tanıklık yapıyorlar. Bu da okurun hem görsel belleğini zenginleştiriyor, hem de Gezi’ye ilişkin bilgi ve yaklaşımlarını çoğaltıyor.

‘Kurtarılmış bir alanın olması, insanların özgürlüğü hissetmesi, devletin olmaması önemliydi benim için ‘

Bu çalışmaya katılanlar arasında profesyonel olarak medyada çalışan foto muhabiri sayısı az. Aslında çoğu bağımsız fotografçı, bazen tek başına bazen mevcut fotograf kolektiflerinde çalışan insanlar. Bir ortak nokta, fotograf ve yazılı tanıklıkları yayınlananların neredeyse hepsinin Türkiye ortalamasına oranla iyi eğitim almış (ki bu durum aslında Gezi’nin  de bir özelliğidir)  ve genel olarak da genç insanlar olması. Hepsinin, son derece doğal, içten bir şekilde Gezi ve fotografla olan ilişkilerini anlatması bir başka cazip nokta. Bir çok ortak noktaya rağmen, her bir fotografçının  tabi ki özel öyküsü de var: Taksi şoförlüğü yapan fotografçı ile askeri eğitim almış fotografçı ya da kırk yıllık profesyonel foto muhabiri ile riskli alanlarda ilk kez çalışan fotografçının çektikleri kare de, anlattıkları da sonuç olarak ortak bir potada birleşiyor.

‘Çatışma fotografları ilgimi çekiyordu. O ortamlarda aklımın daha hızlı çalıştığını hissediyordum’

Özcan Yurdalan ya da Yücel Tunca’nın çeşitli kurum ve mekanlarda verdiği fotografçılık derslerine katılanlar kolaylıkla anlayabilir ki, bu kitaba katkıda bulunan fotografçılar, John Berger okumuş, Koudelka ve Weeggee ile Depardon ve Klein’ın çalışmalarını bilen, izleyen insanlar.

‘Hükümetin tutumu ve polisin pervasız saldırıları nedeniyle fotograf çeken eylemci oldum, diyebilirim’

Gezi’nin ihtişamı nedeniyle olsa gerek, hiç biri uzun uzun ve belki de gereksiz yere teknik ayrıntılardan (Kullanılan mercek, bakış açısı, ışık/gölge, renk vs…) söz etmeyip, izlediği olayın farklı niteliklerini aktarmış. Çünkü sonuç olarak bu kitap, fotografçılık öğrencileri için hazırlanmış bir ders kitabı değil.

‘Birkaç kere makineyi bırakıp eylemcilerin saflarına katılmak istedim, öfkemi zor kontrol ettiğim zamanlar oldu. Ama hiçbir zaman korkmadım’

‘Eylemci misin fotografçısı mısın diye soruyorlar, ikisi beraber aslında’

‘Foto muhabiri olarak nerede, ne zaman duracağını bilmek önemli. Hem göstericilerin içinden, hem de polisin arkasından fotograf çekeceksiniz. Bazen de ikisinin arasında bir yerde durmak zorundasın’

‘Fotografçının, görüntünün fetişizmine düşmeyecek kadar insani bir yerde durması gerekiyor’

Türkiye  haberciler ve foto muhabirleri için  aslında bir cennet. Hele bağımsız çalışanlar için, sosyal medya üzerinden çalışanlar için bu önerme daha da gerçek. Bu kitap, yurttaş gazeteciliğinin fotograf boyutunda gerçekleştirilmiş olan bir başarı öyküsünü anlatıyor.

‘İnsanlar, kendi haberlerini kendileri yaptılar’

‘Uygulanan şiddet, fotografçılar sayesinde deşifre oldu’

‘Eylemci gibi düşündüğüm için iyi ve mutlu insanların fotograflarını daha çok çektim. Onlar da benim gibiydi’.

‘Onurlu fotografçılar, belgeselciler, haberciler alternatif iletişim mecralarına yönelirken Türkiye halkı da ana akım medyadan koparak doğrudan ve gerçek haberleri alabileceği kanallara aktı’

Vizörün ardındaki gözlere, deklanşöre basan parmaklara, izlenim ve görüşlerini aktaran herkese yüzbin sağol! Belli ki hepsinin yüreği ve beyni çok sağlam!

Çanakkale, Mayıs 2014

(*) İtalikle yazılı cümleleri kitaba katkı sağlayan fotografçıların tanıklıklarından seçtim. Okur nasıl olsa tüm metinleri okuyacağı için, alıntıların genel anlamından koparılma tehlikesi yok. Her bir alıntının özel olarak yazarını belirtmedim, çünkü bu alıntılar sanki, üç aşağı beş yukarı tüm fotografçıların hissiyatını/görüşlerini, farklı formülasyonlarla da olsa, ifade ediyordu. 
(**) Bu yazı Özcan Yurdalan'ın 'Bir İsyanı Fotoğraflamak' (Agora) başlıklı albümü için yazılan önsöz metni.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle