Ana içeriğe atla

Bir iktidar aracı olarak sansür

Türk medyasının yıllardır egemenlerin denetiminde olduğunu biliyorduk. Alo Fatih! hattı bize sansür konusunda yeni bilgiler verdi. Ne var ki, bugünkü iletişim çağında iktidarlar artık sansürden eskisi gibi yararlanamıyor. Üstelik sansür çoğu zaman da ters tepiyor. Erdoğan usulü sansürden birkaç kare…


"Sansür, her bir yurttaşın ifade özgürlüğünün keyfi ya da doktrinal bir nedenle sınırlandırılmasıdır. Sansür, siyasi ya da dini bir iktidar mekanizmasının, kitaplar, gazeteler, bültenler, tiyatro piyesleri ya da sinema filmlerinin içeriğini, bu yayınlar yurttaşa ulaşmadan önce incelemesi/denetlemesi ve iktidarın görüşlerine uygun hale getirmek için kısaltılması, kesilmesi, tahrif edilmesi ya da tamamen yasaklanmasıdır. İfade özgürlüğüne yönelik bir saldırı olarak sansür, kimi zaman yayından önce, kimi zaman da yayından sonra yapılabilir.  Siyasi sansür, ifade özgürlüğünün hükümet tarafından kısıtlanması anlamına gelir. Dolaylı ya da resmi olmayan sansür ise baskı aracılığıyla yapılır, mesela ekonomik sansür dediğimiz, medya mülkiyetinin konsantrasyonu ya da reklam baskısıyla yapılan sansürdür. Kuşkusuz, bu tür sansür yöntem ve uygulamaları, bir süre sonra otosansür olarak da tezahür eder." 
İnternet’de 'Sansür’ sözcüğünü girdiğinizde işte karşınıza en yaygın tanım olarak bu cümleler çıkıyor. 
Şimdi de, sansür sözcüğünün kökenine, tarihçesine bakalım:
"Sansür sözcüğünün kökeni, MÖ. 443 yılında Roma’da ihdas edilen, gelenek-görenekleri korumakla sorumlu yetkili olan 'sansör’den gelir. Antik Çin’de ve İrlanda’da da var olan bu kurum, manevi ve siyasi hayatı düzenlemekle  görevlendirilmiştir. Çin’de sansürü yasal kılan ilk kanun, MÖ. 300 yılında çıkarılmıştır. Antik Çağ’daki en ünlü sansür vakası, 'Gençleri sefahata teşvik ettiği’ suçlamasıyla zehirli baldıranotu  içmeye mahkum edilen Sokrat vakasıdır. İfade özgürlüğü için ilk mücadelenin MÖ. 4. yüzyılda Euripides tarafından verildiği bilinmektedir. Tek tanrılı dinlerde dinin saflığını korumak için farklı ve eleştirel dini yaklaşımlara ağır sansür uygulanmış,  ölüm cezası dahil çok çeşitli ve ağır yaptırımlar içeren uygulamalar gündeme gelmiştir."
Bu iki alıntıdan hemen çıkarsayabileceğimiz önemli bir saptama, sansürün, iktidarın elinde önemli bir araç olduğudur. İktidarlar, müesses nizama dokunulmaması için, statükoda herhangi bir değişiklik olmaması için, aslında kısaca kendi çıkar ve imtiyazlarına halel gelmemesi için tarih boyunca sansürü kullandılar.
Sansür, iktidar açısından bakıldığında ve devreye sokulduğunda, var olan gerçekleri, muhalefeti, iktidarın zaaf ve açıklarını gizlemeye hatta onları yokmuş gibi göstermeye yarıyor. Bu nedenle de önemli bir araç. Sansür, haklı bir fikri yüksek sesle bağıran çağıran adamın/kadının ağzını kapatmak… Ya da bir davayı savunmak için gazeteye yazı yazan, hikaye, roman, tiyatro piyesi, sinema senaryosu kaleme alan bir kişinin kalemini kırmak, klavyelerini eritmek, bilgisayarının elektriğini kesmek…

Muktedirler ve bilgi tekeli

Gutenberg öncesi; yani matbaanın keşfinden önce, egemenlerin, mesela kilisenin yetkisi, iktidarı, gücü bugüne oranla daha büyüktü. Çünkü o zamanlar, muktedirler, bilgi tekelini çok daha kolay bir şekilde ellerinde tutabiliyorlardı. Dolayısıyla o dönemlerde sansür, bugüne oranla hem daha geniş kitleler açısından hem de süre açısından daha etkili olabiliyordu. Matbaanın keşfi ve toplumsal hayatımıza girmesiyle egemenler, bilgi tekelini büyük ölçüde yitirdi. Böylelikle bilgi, basılan kitap, gazete, bülten gibi matbu evrakla daha kolay, daha hızlı ve daha geniş kesimlere ulaşmaya başladı. Şimdi daha da hızlı gidelim. 
İnternet çağında; yani bilginin eskiye oranla hem çok hızlı, hem çok geniş hem de çok çeşitli bir şekilde yaygınlaştığı çağda sansür, muktedirler açısından eskisi kadar etkili bir silah olmaktan çıktı. Hemen bir örnek: Meşum Roboskî Katliamı'nda, devlet bütün olanaklarını seferber ederek, katliamın duyulmasını, yanılmıyorsam en fazla 13 saat erteleyebildi. Oysa ki onların isteği/amacı, olayın hiçbir zaman ve hiç kimse tarafından duyulmamasıydı. Gerçi, teşekkürler 'Alo Fatih!’ hattı, -sonradan öğreniyoruz- katliamın birinci yıldönümünde, egemen medyanın bir gazetesi ile bir televizyon kanalı, Roboskî’den hiç söz etmeyerek, Başbakan’dan 'aferin' almaya çalışmış. Bu durum post-sansür sevgisini faş ettiği gibi, egemenlerin Roboskî’den hala ne kadar korktuğunu da kanıtlıyor. 
Doğru bilinen yanlışlardan biri de, genç muhabirlerin, kıdemsiz gazetecilerin 'Yazı işleri haberimi sansür etti’ şeklindeki yakınmalarıdır. Evet, çoğu zaman sayfa editörleri, yazı işleri sorumluları, sayfaya koymak üzere kendilerine gelen metinleri (haber, röportaj, söyleşi vs…) okurken, okuduktan sonra bir dizi düzeltme yaparlar. Yazının bazı bölümlerini atarlar. Bazı bölümlerine de ek yaparlar. Kimi zaman, bir metin olduğu gibi editör ya da yazı işleri sorumlusu tarafından çöpe de atılabilir. Normalde ve Batılı ülkelerde, muhabir ile editör ya da yazar ile editör arasındaki ilişkide, bu işlemler; yani yazıdan bazı bölümleri çıkarma ya da bazı bölümleri ekleme, hatta yazının tümünün sayfaya girmemesi, karşılıklı tartışma ile çözülür. Editör, muhabirden/yazardan bazı bölümleri atmasını, bazı yeni bölümlerini eklemesini, belirli cümleleri de yeniden farklı bir üslupla yazmasını talep edebilir. Muhabir de hemfikirse işlem birlikte yapılmış olur. Ancak, yazı işleri ya da editörün tüm bu işlemlerine 'sansür’ adı verilmez, verilemez. Çünkü tüm bu düzeltme işlemleri, gazetenin içinde, yazı işlerinin teknik, mesleki bir tasarrufu olarak gerçekleşmektedir.

Roboskî örneği ve basın

Sansür ise gazetenin dışındaki bir kişi ya da makamdan gelen keyfi ya da doktrinal bir değişiklik ya da iptal isteğidir. Roboskî örneği bizi şaşırtmasın. Hatırlayalım; CNN’deki Medya Mahallesi programında o gün Ayşenur Arslan’ın konuğu Can Dündar’dır. Ve Dündar da, Arslan da Roboskî konusunda twitterden gelen ilk kırıntı bilgileri konuşmaya başlamışlardır. Yayın sorumlusu Ferhat Boratav, hışımla stüdyoya girer, kulaklıktan Arslan’a Roboskî konusunu kesmesini sert bir uslupla talep eder. Ayşenur’un bu uyarıyı dikkate almaması üzerine içeriye yazılı talimat gönderir: "Uludere haberini girmek yok!" Gerçi Ayşenur bu yazılı talimatı da haklı olarak dinlemez ve yayına devam eder. Bu operasyon sansür müdür? Çünkü Roboskî konusunun işlenmemesini talep eden dışarıdan bir kişi ya da makam değil, kanalın yayın sorumlusu Boratav’dır… 
Evet ilk bakışta, bir yayın sorumlusu çok çeşitli teknik ve mesleki nedenlerle bir haberin yayınlanmamasını uygun görebilir. Mesela, haber henüz tam değildir, tüm boyutları, unsurları oluşmamıştır, 2-3 karanlık nokta vardır. Editör, haberin doğruluğundan çok emin değildir vs… Roboskî örneğinde bunlar sözkonusu değil. Evet Boratav o kanalın yayın sorumlusudur ama Boratav, Roboskî haberini bir gazeteci refleksiyle değil, bir yönetici refleksiyle kesmiştir. Yani Boratav’a dışarıdan 'Roboskî haberi verilemeyecek’ diye bir talimat gelmeseydi, benim tanıdığım Boratav o yayını kesmeye çalışmazdı. Dolayısıyla bu vakada sansür, yazı işlerinin içinden bir aracı sayesinde uygulanmıştır. Zaten kim sansür ediyorsa, vali, polis, askeriye… Onlardan birinin yayındaki Ayşenur’u arayıp 'Hanımefendi kesin bu yayını’ diyecek hali yok… Sansür, keyfi ve ideolojik bir nedenle, TSK’yi korumak amacıyla yapıldı Roboskî’de.


Medyada komiserlik...

Roboskî ve diğer örneklerden yola çıkarak, artık özellikle bugünkü iletişim teknolojisinin olanaklarını, süratini, yaygınlığını da hesaba katarak sansürün hakiki gerçek ile medyatik/sanal gerçek arasındaki ilişkilere bakalım: 
Sansür, aslında hakiki hayatta var olan, meydana gelmiş bir olayı/gelişmeyi, sanal ortama/medyaya yansıtmamak olarak da tanımlanabilir. Bunu gerçekleştirmek için, iktidarın medya üzerinde egemenlik kurması lazım. Yani, bizdeki somut örneğinde görüldüğü üzere, adam taa Faslardan telefon açıp televizyondaki alt yazıdan rahatsızlığını beyan edecek ya da her medya kuruluşuna komiser ünvanlı bir yetkili yerleştirilecek ve o kişi televizyon, radyo ya da gazetenin tüm içeriğini inceleyecek/denetleyecek iktidarın hoşuna gitmeyecek konuları temizleyecek! Pratik olarak çok zor hatta neredeyse imkansız bir iş… Çünkü Türkiye’de halihazırda, yerel, bölgesel, ulusal Tv kanalları, radyo istasyonları ile günlük ve haftalık yayınların sayısını hesaba katacak olursanız, olağanüstü yüksek bir komiser sayısına ihtiyacınız var demektir. Komiserlik de öyle sıradan bir makasçılık değildir, küçümsemeyelim… 
Neyi, ne zaman nasıl kesip, neyi ne zaman yasaklayacağını saptamak için de minimum bir sansür bilgisi hatta kültürü gerekir. Kuşkusuz, bugün neyse ki, hala komiser istihdam etmemekte direnebilen medya organlarının varlığını da düşünürsek, mutlak sansür mutlak olarak imkansız. Üstelik buraya kadar sadece medya olarak sözünü ettiğimiz, Tv kanalları, radyo istasyonları ve gazete, dergilerden söz ettik ki… Bunlara artık geleneksel hatta eski medya deniyor. Çünkü bugün gerek kişisel, gerekse toplumsal iletişim artık büyük ölçüde internet üzerinden gerçekleşiyor. Erdoğan’ın interneti kısıtlamak için yasa çıkarmasının bir nedeni de bu… Gerçi iletişim teknolojisi, esas olarak yasaklara karşı mütemadiyen yeni yollar açma teknolojisi olduğu için, interneti kısıtlayan hatta belki de yasaklayan kanun yürürlüğe girse bile, daha şimdiden sağda solda internet yasaklarını savma yöntemleri el kitapçıkları devreye girdi bile. Unutmayalım; devrilmeden önce Mısır’da Hüsnü Mübarek rejimi interneti kesmişti. 

Erdoğan ne yapmaya çalışıyor?

Erdoğan’ın 2014 Türkiyesi'nde sansür açısından önemli sayılabilecek bir yenilik yaşandı. Osmanlı ve TC tarihi, iktidarların çeşitli yöntemlerle matbuat, basın ve medyayı sansür etmeye çalışma tarihi olarak da ele alınabilir. Ne var ki, sansür konusunda ünlü olan Sultan 2. Abdülhamid bile, bu işle bizzat ilgilenmemişti. Keza gerek Mustafa Kemal’in gerekse İsmet İnönü’nün tek parti dönemlerinde de devletin/hükümetin 1 nolu yetkilisinin bizzat sansür yaptığı duyulmamıştı. Çünkü o dönemlerde jurnalciler, istihbaratçılar ya da ispiyoncular harıl harıl çalışır, hukuken olmasa da Osmanlı döneminde ve Olağanüstü Hal devrinde yasal olarak mevcut olan sansürden sorumlu devlet görevlileri ve makamları görevlerini yerine getirirdi. 
Başbakan Erdoğan’ın sansür faaliyetiyle bizzat ilgilenmesinin nedenleri ne olabilir? Birkaç seçenek üzerinde düşünelim:
* Başbakan, aslında iyi niyetli bir gazete okuru, Tv izleyicisidir. Ne var ki Türk egemen medyasının olumsuzlukları ve çapsızlığı, Erdoğan’ı bile çok kızdırmıştır. Bunun üzerine Başbakan, medya eleştirmeni olmak istemiştir. Ancak güç/yetki sahibi olduğu için de sadece eleştiri yapmakla yetinmenin bir işe yaramayacağını düşünerek, eleştirilerinin derhal yerine getirilmesi için talimatlar vererek, sansür uygulamak zorunda kalmıştır. 
* Başbakan’ın çok boş zamanı vardır, sansürü bir boş zaman doldurma faaliyeti olarak ele alabilir.
* Başbakan, normalde sansür mekanizmasını çalıştırması beklenen danışmanlarına ve yetkililere güvenmemektedir, dolayısıyla bu önemli faaliyeti bizzat kendisi yapmak istemektedir.
Son olarak Erdoğan’ın 'Alo Fatih' hattı üzerinden sansür etmeye çalıştığı iki haberi hatırlayacak olursak (Biri Devlet Bahçeli’nin konuşması, diğeri Sedef bebeğin sağlık macerası)  Başbakan’ın işi çok ciddiye aldığı, ıvır zıvır sayılabilecek haberleri bile, dünyanın öbür ucunda olsa dahi büyük bir ciddiyet ve titizlikle izlediği, herhangi olumsuz bir durum yakaladığında da derhal harekete geçip yanlışı düzelttiğini görüyoruz.

Bumerang etkisi...

Belki de sansürden daha vahim bir gelişme, Erdoğan’ın yaptığı işi savunmasıdır. Mealen, ''Evet Fas’ta iken o telefonu ben açmıştım. Bize küfür ediliyordu, arkadaşlara ilettim onlar da gereğini yaptılar'' demişti. Psikolojide buna Padişah Sendromu mu deniyor? Erdoğan, bunca yıllık deneyimine rağmen, kamu hayatında nasıl davranılması gerektiği konusunda, ayrıca medyaya müdahale konusunda da bugüne kadar yeterli olgunluğa kavuşamadığını kanıtlıyor. 17 Aralık sonrası yaptığı bir açıklamada da ''Benim çocuklarımdan biri yolsuzluk yaparsa onu hemen evlatlıktan redederim'' demişti.  Ayrıca aynı konuda ''Bizim aramızdan biri yolsuzluk yaparsa onu bana bildirin, biz cezasını veririz'' demişti. Neden böyle söylüyor? Çünkü Erdoğan kendisini hem yasama, hem yürütme hem de yargı olarak görüyor. 
Yolsuzluk yapan bakanı Başbakan değil, mahkeme cezalandırır, uygar, demokratik hukuk devletlerinde. Yine bu devletlerde, bir Başbakan’ın oğlu yolsuzluk yaparsa, Başbakan’ın siyasal ve kamusal sorumluluğu oğlunu adalete teslim etmektir. Çocuğunu evlatlıktan reddetmesi tamamen kişisel, ailesel bir konudur. Yasal, siyasal ya da kamusal bir boyutu yoktur. Fas’tan yaptığı telefon görüşmesini tekzip edebilecek durumu/konumu yok. Sesler çok net… Eskiden böyle durumlarda ''Montaj'', ''Başka yerlerde yaptığım konuşmaları kesip biçip bu hale getirmişler'', ''Savcılığa suç duyurusunda bulunacağım'' şeklinde açıklamalarla, suçüstü yakalanma durumu inkar edilirdi. Erdoğan’da ise kendine aşırı güvenle haddini bilmemek arasında herhangi bir fark görmediği için olsa gerek, aslında hem yasal olarak bir suç hem de siyasi olarak gayri-meşru ve etik dışı bir davranış olan sansürü savunmakta, üstlenmekte beis görmüyor. 
Sonuç olarak, 2014’de sansür artık etkisini, gücünü büyük ölçüde kaybetmiştir hatta bugünkü iletişim çağında sansür girişimleri bumerang etkisi yaparak sansürlenen haberin daha da geniş kitlelere yayılmasına, daha fazla ilgi çekmesine neden olmaktadır. Bir örnek: Son dönemlerde futbol stadyumlarında çoğu zaman hoş, güzel, anlamlı sloganlar atılıyor. Yayıncı kuruluş, bu sloganlar atılırken ya sesi tamamen kısıyor ya da başka tezahürat sesleri koyarak, sloganların Tv izleyicilerine ulaşmasını engellemeye çalışıyor. Kısaca sansür uyguluyor. Beyefendi rahatsız olmasın diye herhalde… Ne var ki, o andan itibaren sosyal medyada, ertesi gün de yandaş olmayan gazetelerin birinci sayfasında Tv’de sansürlenen sloganlar ayrıntılı bir şekilde haber olarak veriliyor. 
AKP ve Erdoğan, ayakkabı kutularını, para sayma makinelerini, milyonlarca dolar, euro ve TL’lik rüşvet ve yolsuzluğu gizlemek için onlarca savcı, yüzlerce polisi işinden etti, gazetelere ağır sansür uyguladı. Ne yani, o ayakkabı kutuları yok mu, para sayma makineleri buhar mı oldu?  Bakanlar istifa etmedi mi? Çocukları hapiste değil mi? Yayınlanan bu kadar telefon konuşmasını duymadık mı? Gerçeği binbir entrika, siyasi irade ile zorla değiştirmeye çalışabilirsiniz. Kendi gerçeğinizi imal edip bunu piyasaya da sürebilirsiniz. Ama rüşvet ve yolsuzluk gerçeği, silinememecesine, iptal edilememecesine bir kez olmuştur. İşin özü, kulak artık delinmiştir. (Argoda buna 'kestane çizilmiştir’ denir) Estetik cerrahına boş yere para verip bıçak altına yatmayın. Delinmiş kulak, çizilmiş kestane artık sizin kaderiniz… Geçmişler olsun.
(*) Politikart/10 Mart 2014/ YENİ ÖZGÜR POLİTİKA 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle