Ana içeriğe atla

GEÇ KALDIN TAYYİP!

*Artık hiçbir yazı, Gezi ya da Kızılay duvarlarındaki yazılamalar kadar etkili ve ilginç olamaz. Efsanevi bir tarih yazılırken, sokağa çıkıp izlemek, gaz ya da su yemek, eylemcileri desteklemek, eylemci olmak yazıyı ikinci sınıfa düşürür/düşürdü. Bugünün eylemcileri  40 yıl sonra  torunlarına ‘Biz vakti zamanında  grayderle Toma kovalamıştık’ diyecek. Torun da ‘Atma Dede!’ diyemeyecek.

Yaşı müsait olanlar benzeri sahneleri yaşamışlardı. Mesela 68’de ben ortaokul  son sınıf öğrencisiydim, hayal meyal hatırlıyorum. Ama kitaplara, filmlere bin şükran, mesela Jacques Tardi’nin ‘Halkın Çığlığı’ başlıklı çizgi romanı  sayesinde  1871 Paris  Komününde ya da William Klein’ın ‘Grands Soirs, Petits Matins’ (Şahane Akşamlar ve Erken Sabahlar) başlıklı belgeselinde 1968 Mayıs’ında Paris’te neler olup bittiğini öğrenebildik. Gezi’de cereyan edenleri görüp okuyunca, onları hatırladım.
İsyan, müthiş bir çözücü, dağıtıcı, her türlü engeli berhava eden bir ortam, bir araç, bir düğme… Henüz 31 Mayıs gecesinde başladı boşalma. Zincirlerinden, yularlarından, tabu ve yasaklarından kurtuluverdi insanlar, gençler, orta yaşlılar ve yaşlılar. Üstelik de, Thank you Erdoğan, binbir dert sıkıntı biriktirmişti gönül, vicdan ve beyinlerimizde. Dindar gençlik emretti, imam-hatip reklamı yaptı, eğitim  sistemini altüst etti.  İçki içme, diyordu. Kız ya da erkek arkadaşını öpme, buyurdu. Kürtaj yoktu, sezaryen bile yasaktı. Fazıl Say’la Nişan Sevanyan Allahsızlık yaptılar diye mahkum ettirdi onları. KCKlileri, gazetecileri hapise tıktı. Suriye’ye bulaştı, onlarca insan öldü. Padişah sanıyordu kendini. Mağrurdu, kibirliydi, üst perdeden konuşuyordu hep. Ama isyan, başkaldırı, red, spontane ve hırt muhalefet  öyle bir şey ki, perde değil sadece,  bütün tiyatro yıkıldı üstüne. Onun çapulcu dediği insanlar, kendi bireyselliklerine, özgürlüklerine, bağımsızlıklarına o kadar düşkündüler ki, uzun süre, ses çıkarmadılar. Başlarını bilgisayardan kaldıracak halleri yoktu. Ama öyle bir raddeye getirdi ki işi Erdoğan, Thanks again, artık sanal dünyadan ayrılıp sokaklara, hakiki gerçeğe kavuşmanın zamanı gelmişti. Nirvana…
Böyle ortamlarda, insanlar doğalına dönüyor. Nezaket, ayıp, ahlak gibi kavramlar yepyeni anlamlar kazanıyor. Galatasaraylı ile Fenerli dost oluyor, daha ne olsun? Yakın çevremde de gözledim: Gezi eylemcileri  ve tabi ki eylemi sayesinde, kızlarla erkekler, gençlerle yaşlılar, çocuklarla ebeveynler arasındaki ilişkiler de değişti. Daha rahat, daha özgür, daha gırgır bir ilişki başladı. Bireyler  hala birey ama beklenmedik, plansız programsız küçük topluluklar oluştu/oluşuyor. Penceresinin pervazına  limon ve su bırakan teyze ile Gezi’deki ya da Kızılay’daki eylemci ilk kez, hiç tanışmadan tanışmış oluyor.  
Şimdi herkes ‘N’olacak bu işin sonu?’ diye soruyor. Bence çok anlamlı bir soru değil bu. Sonucu ben de merak etmiyor değilim. Ama aslında bu iş çoktan oldu bitti bile. Devrim, isyan, ayaklanma bir an meselesidir. Ve o an çoktan yaşandı.  Ölü toprağı serpilmiş gibi görünen toplum, apolitiktir denen gençlik, hiçbir şeye karışmaz denen sıradan vatandaş akıl almaz bir şekilde silkindi, oturduğu yerden kalktı, gaz yedi, cop yedi, Toma suyu aldı, sendelemedi bile. Gülerek geçti, aştı karşı tarafın her hamlesini… İşte bu sayede bundan sonra Padişah  artık Padişah gibi davranamayacak o kesin…
Egemen medya 3 gün sustu, gözlerini ve ağzını kapattı. Sonra mecburen açılan gedikler, aldığı yaralar sayesinde Gezi’den söz etmeye başladı. Yarım ağızla. Gezi’deki çocuklara göre değişen bir şey yok. Çünkü onlar zaten eskiden de Hürriyet ya da Habertürk okuyup Star ya da Samanyolu izlemiyorlardı. Ama genel okur ve TV izleyicisi nezdinde de önemli bir yarık çizdi Gezi Çocukları. Artık onlar da egemen medyaya başka gözle bakıp, başka kulakla dinleyecek.
Sansür gevşedikten sonra, ne hakla bilmem, yine eski, yani 50-70 yaş grubunun insanları, ekranlardaki yerlerini aldılar. 80 öncesinin Tabii Senatörleri gibi…Mecburen, meslek gereği birkaç tartışma izledim büyük (kih kih!) medyada. Adamlar kadınlar, Gezi’nin sosyolojik ve demografik anatomisini çıkarmaya çalışıyorlar. Kim çocuklar? Utanmasalar ‘Nereden çıktı bu veletler?’ diyecekler. Öyle bir söylem hakim ki bu konuşmalara, sanki Gezi’dekiler uzaydan gelmiş. ‘Bu gençler’ diye başlayan ukela ve oryantalist bir söylem. Üstelik de onlarla hiçbir empati kurmadıkları için, onları hiçbir şekilde anlamamışlar. Azılılar ‘bu gençleri’ Ergenekonla, darbeyle, CHP’yle, global karanlık güçlerle işbirliği yapmakla ya da hiç olmazsa onların ekmeğine yağ sürmekle bile suçladı. Erasmus’la gelen yabancı öğrencileri ajanlıkla suçlayan polis gibi…Bu görüşleri savunanlar, belli ki Gezi’nin uzağından bile geçmemişler, o yaşta çocukları olmasa da, kendi mahallelerindeki gençleri, akrabalarının çocuklarını filan da tanımamışlar. Ya da iktidar mecbur eder, göz göre göre yalan söyleyip, yazıyorlar.
Benim yakın çevremde de 15-25 yaş grubuna yönelik bazı önyargılar vardı: Hiç kitap okumuyorlar, politika ile ilgilenmiyorlar, çok boş bir gençlik filan falan… Ben kendimi şanslı addediyorum: 5 yıl öncesine kadar Galatasaray Üniversitesinde haftada 10-15 saat ders veriyordum. Son 6 yıldır da Bilkent’de bir master sınıfım var. Buradan yola çıkıp şimdi kalkıp kendimi ‘Bugünkü gençlik kuşağının sosyolojik, psikolojik, antropolojik uzmanı’ ilan edecek değilim, ama onlardan çok şey öğrendim. (Teşekkürler Mutlucan, Ece,  Dağhan, Nilay, Pınar, Cihangir ve diğerleri…). Evet kimse bu arkadaşların böyle pat diye günün birinde devasa bir şekilde ayağa kalkacağını öngörmemişti, öngöremezdi. Ayağa kalktıktan sonra da eşe dosta, düşmana ona buna ‘Mizahla muhalefet  nasıl yapılır?’  dersi vereceğini de bilemezdi. Üstelik de bu dersi çaktırmadan veriyorlardı, dersin hocası, kürsüsü, programı filan yoktu.
Geçen akşam bu ‘Halk Çocuklarının İsyanı’nı konuşurken bir arkadaş
-          Yahu mizah dergilerini gördünüz mü ne yapmışlar bu hafta?
diye sorunca herkes dudak büktü. Mizah dergileri, mutlaka üzerlerine düşeni yapıyorlardır, yapmışlardır ama artık Gezi, mizah dergilerini filan aştı, geçti. Dergi, Gezi’den beslenebildiği kadar mizah yapabilir.
Ben  şimdi düşünüyorum da, kendimi biraz da o liseli kız gibi hissediyorum. Elindeki pankarta ‘Bir slogan bulamadım!’ yazan liseli kız. Ne kadar içten, ne kadar temiz, ne kadar dürüst ve ne kadar gerçekçi değil mi? İşte ben de, klavyelerin karşısında, Cumhuriyet tarihinin en muhteşem hadisesi karşısında, Gezi’nin ve bütün Türkiye’nin arslanları baskı, polis, Erdoğan gibi fani unsurları iplemeden direnirken yazının ne kadar da güçsüz bir araç olduğunu hisseder gibiyim.
Varsın yazı güçsüz olsun, çocuklar güçlü ya…

(7 Haziran 2013'de kaleme alınan bu yazı Express dergisinin Haziran-Temmuz sayısında yayınlandı)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd