Ana içeriğe atla

ERDOĞAN KÜRT MESELESİNİ ÇÖZEBİLİR Mİ?


 Kürt  meselenin çözümü için gerekli olan siyasi irade ile Başbakan’ın terörizme son verme isteği/ihtiyacı aynı kapıya mı çıkar? Siyasi iktidar muhalefeti, kamuoyunu yeteri kadar bilgilendirip onları ikna edebiliyor mu?  Savaşçı dil ve söylemle barış sağlanabilir mi?  Habur ve Oslo Süreçlerinin başarısızlığı değerlendirilmeden yeni müzakere süreci başarılı olabilir mi? Yeteri kadar hazırlık, kısa, orta ve uzun vadeli planlar yapıldı mı? Yol haritası var mı? PKK, önce silah bırakması talep edilen bir müzakerede ne yapar? Bu ve başka soruların yanıtını arayıp bulmadan müzakere sürecini başarıya ulaştırmak mümkün mü?


Başbakan Erdoğan’ın 2012’nin son haftasında ‘İmralı ile görüşülüyor’ şeklindeki açıklaması, Habur ve Oslo’dan sonra İmralı Süreci’nin başlamasını sağladı.

İlk başlarda, ortada somut bir plan, program, yol haritası olmamasına rağmen (Halen varlığı kuşkulu) özellikle iktidar yanlısı kalemler,. Kürt meselesinin çözüm yoluna girdiğine inanarak, bir dizi haber ve yorum yayınladı. Hakan Fidan-Abdullah Öcalan görüşmesinin yapıldığı mekanda sanki not tutmuşlar gibi haber ve köşe yazıları okuduk. Bu yazıların neredeyse tümü, tek yanlı bir şekilde hükümet kaynaklı idi. Keza BDP heyetinin İmralı ziyareti konusunda da Ahmet Türk son derece sınırlı bilgiler vermişken, aynı kalemler  görüşmenin hayali diyaloglarını bile yazıp yayınladılar.

Kuşkusuz bu dönemde, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır, İsmet Berkan, Sedat Ergin (Belki en fazla 2-3 kişi daha)  gibi hem iyi gazeteci hem de Kürt meselesine vakıf kalemler meseleye daha uzaktan, daha soğukkanlı bir şekilde yaklaştı. Müzakereyi, herkes gibi olumlu bulmakla birlikte sürecin olumsuzluklarını hatırlattılar.

Kürt cenahına baktığımızda, BDP, PKK ve KNK  sözcüleri, ilke olarak, devletin İmralı’ya gidip Öcalan’la görüşmesini ( Müzakereye başlamasını, demiyor herkes) olumlu karşılarken, ihtiyalı/tedbirli bir yaklaşım sergiledi: Örneğin hem Zübeyir Aydar hem de Murat Karayılan, müzakerelerin sadece Öcalan’la sınırlı kalmaması gerektiğini belirtirken, A.Türk umutvar olmak istediğini ima ederek  somut adımlar atılmasını talep etti.

TBMM’de, CHP son derece olumlu bir yaklaşımla AKP’nin girişimine kredi açtığını açıkladı. MHP ise sürece kökten muhalif bir tutum takındı. Ulusalcı basının da MHP ile aynı çizgide olduğunu söylemek mümkün.
Erdoğan ve bazı AKPli sözcüler( Çelik, Canikli) , başlayan süreç hakkında açıklama yaparken, ‘Kürt sorununun çözülmesi’ ibaresini kullanmıyor, bunun yerine ‘Terörle mücadele’ deyiminde israr ediyor.

Çelik, bu girişimden sihirli değnek mucizesi beklenmemesi gerektiğini haklı olarak belirtirken, Canikli hala BDP’yi aşağılayan bir uslup kullanıyor. Keza Yalçın Akdoğan da daha şimdiden Öcalan ile Kandil’in arasını açmaya yönelik girişim ve açıklamalar yapıyor. Başbakan Erdoğan da, Afrika gezisi öncesinde, Istanbul Havalimanında yaptığı açıklamada,  artık inandırıcılığı kalmayan Devlet/Hükümet  ayrımını hala yaparken, yine ‘Terörle Mücadele’ ve ‘PKK’yı silahsızlandırma’ temalarını işleyip, ‘Genel Af ve Öcalan’a ev hapsi AKP döneminde olmayacaktır’ dedi. Erdoğan, yakın zamana kadar ve bir çok başka konuda koalisyon ortağı gibi davranmış olan MHP ve genel olarak milliyetçi kesime hala güvence vermeye çalışan açıklamalar yapıyor. Bu da Erdoğan’ın siyasi irade açısından hala kesin bir tercih yapamadığını gösteriyor: Ya MHP’yi kazanacaksın o zaman  barışı kaybedersin, ya da barışı seçersen MHP’yi kaybedeceksin. Hem milliyetçi tabanın gönlünü hoş tutacaksın hem de Kürt barışını gerçekleştireceksin…Bu Erdoğan’ın bile gerçekleştiremeyeceği bir rüya.

Kürt meselesini çözmek, duble yol yapmaktan ya da TOKİ sitesi inşa etmekten biraz farklı bir mesele olduğu için Erdoğan ve AKP, bu meseleyi gerçekten çözmek istiyorlarsa özellikle önem vermeleri gereken birçok alan ve konu mevcut:

 Kürt meselesini bugün hala ve sadece bir ‘terör’ sorunu olarak görmek ve değerlendirmek, çözüm getirmez. Doğru tedavi için doğru teşhis gerektiği gibi, Kürt meselesini salt bir asayiş sorunu olarak algılamak, dolayısıyla da sorunun çözümünü PKK’nin silah bırakmasından ibaret görmek hem pratikte hem teoride ters teper. Kürt meselesinin bugün geldiği aşama, siyasi, tarihi, ekonomik, ideolojik, demokratik, demografik, bölgesel, uluslar arası ve daha nice boyutu ile son derece karmaşık. Sonuç almak adına sadece ve özel olarak PKK’yi silahsızlandırma odaklı/hedefli bir müzakere süreci sonuç vermez. Çünkü bu ihtilafın iki tarafından biri olan PKK/Öcalan, bir dizi talepleri yerine getirilmeden silah bırakırsa, imha riski ile karşı karşıya olduğunu çok iyi biliyor ve bunu daha önce defalarca açıkladı.
Dolayısıyla, en son aşamanın ilk ve neredeyse tek amaç olarak sunulduğu bir sürecin başarı ihtimali zayıf.
‘Biz Kürt meselesini çözmek istiyoruz. Şiddet istemiyoruz. Meseleyi siyasi muhattapları ile müzakere ederek çözmek istiyoruz. Müzakere için de silahların susması gerekir. Dolayısıyla önümüzdeki, mesela bir yıl boyunca taraflar ellerini kesinlikle silahtan çekecek ve müzakere ortamına katkıda bulunacaktır’ şeklinde  ikili bir anlaşma olsa, herhalde kimse buna itiraz etmez.

·       * Muhattap konusunda da bir sorun var. Kürt tarafının muhattabı Öcalan, on yılı aşkın süredir cezaevinde. Örgütü ile halk ile dünya ve Türkiye gerçeği ile özgürce temas edemiyor. Öcalan’ın başmüzakereci olarak devlet ve hükümetçe (İşin içinde art niyet ya da bir Bizans oyunu yoksa) tanınması/kabul edilmesi önemli bir gelişme ancak  bir siyasi liderle müzakere yapacaksanız, ona minimum koşulları hazırlamak zorundasınız. Minimum  koşullardan ille de ev hapsini kastetmiyorum. Ama Öcalan ancak örgütü ile  ve istediği kişi ve kurumlarla özgürce iletişim kurabilirse gerçek anlamda bir müzakere yürütebilir. Müzakerede böylece iki taraf nispeten eşit koşullara sahip olabilir. Başmüzakereci deyince, başka bir alandan akla gelen ilk isim Egemen Bağış  değil mi? Şimdi mesela Sayın Bağış’ı İmralı’ya kapatsak, sonra da ‘AB ile müzakereleri yürütün’ desek hoş olmaz yani…

·       * Diğer muhattap da bana sorunlu geliyor. Geçmişte de bir başka MİT Müsteşarının Öcalan’la görüştüğünü biliyoruz. Bu sefer de  TC’nin Başmüzakerecisi olarak MİT Müsteşarı Hakan Fidan ön plana çıkıyor. Müzakereye gönderdiğiniz kişinin konumu, makamı, kimliği, görevi müzakereye hangi açıdan yaklaştığınız konusunda ipucu verir.  Hakan Fidan’ın muhatabı PKK’nin istihbarat örgütünün başkanı olabilir. Kuşkusuz İmralı’ya Turizm ve Kültür Bakanını gönderecek haliniz yok. Ama Öcalan’ın muhatabı bir istihbarat bürokratı değil, Kürt meselesini bilen bir siyasi kişilik olmalıydı.

·       * Muhattapların bu sorunlarının yanı sıra, dünyadaki örnekler (IRA, ETA, İran KDP’si…) ve teorik birikimden bildiğimiz bir başka konu daha var: Müzakere öyle bir numaralardan başlamaz. Alt ve orta kadrolar lider düzeyinin üzerinde anlaşabileceği bir metin/protokol/plan hazırlar. Bu hazırlık süresi nispeten uzundur, hem sorunların çokluğu ve karmaşıklığı gereği uzundur hem de iki tarafın birbirine güven duyabilmesi için çok sayıda ve uzun temaslara ihtiyaç vardır. Amiyane tabirle ,işi tepeden bağlamak, jakoben bir yöntem olarak Erdoğan’ın benimsememesi gereken bir yol olduğu gibi, her iki tarafın tüm katman ve kesimlerinin bilgisi ve onayı dışında varılacak bir anlaşma kalıcı  olmama riskini taşır.

·       * Müzakerelerin yeniden başladığı söyleniyor ama Erdoğan 1999’dan beri varolan bir sürecin devam ettiğini söyledi. Ki herhalde doğrudur. Yalnız burada duraklayıp, özel olarak iki başarısızlığın bilançosu çıkarılmalı. Habur ve Oslo süreçlerinin neden akim kaldığını, taraflar ortak bir şekilde değerlendirip sonuca varamazlar ise, İmralı Süreci de benzer bir akıbete uğrayabilir. Habur bildiğimiz kadarıyla gerçekten sadece ikili görüşmelerle kotarılmış bir süreçti. Dönemin İçişleri Bakanı da gelişmeleri nispeten iyi yönetmişti. Oslo ise bundan farklı olarak arabulucu/moderatör ülkenin/kişinin yönetiminde süren bir görüşme dizisiydi. Anlaşılan şimdi yeniden sadece ikili temas dönemine dönülüyor. Arabulucunun, bu aşamada, yani taraflar arasında henüz kesin güven ilişkilerinin kurulmadığı bir safhada  olması ya da olmaması çok tayin edici değil. Tüm süreç, tarafların her biri tarafından iyi yönetilirse ama öncelikle de taraflar arasında güven tesis edilebilirse arabulucuya gerek kalmayabilir.

·       * Hakan Fidan gelişmeler konusunda Büyükelçilere briefing veriyor. Ana muhalefet ve yavru muhalefet gelişmeleri medyadan izliyor. Böylesine önemli bir meselede TBMM ana platform olarak işlev görmese bile, gelişmelerden önceden haberdar edilmeliydi. Meclis’in bilgisi ve onayı dışında müzakere olumlu sonuç verse bile, genel siyasi destekten ayrıca kamuoyu desteğinden mahrum kalacağı için yine bir olumsuzluk yaşanır.
·        
·       * Türkiye’deki Kürt meselesi kimilerinin sandığı gibi sadece Türkiye’de devleti, yurttaşı ve Kürtleri ilgilendiren bir mesele olmaktan çoktan çıktı. Hatta Kürt meselesi bugün sadece Ortadoğu’nun bölgesel bir sorunu da değil. Kürt meselesi bugün Washington’dan Moskova’ya Tel-Aviv’den Brüksel’e kadar dünyanın tüm önemli siyasi ve askeri aktörlerinin ilgilendiği bir mesele. Üstelik farklı güçlerin farklı hatta çelişen çıkarlar güttüğü/beklediği Kürt meselesinde uluslararası ortamın da çözüme katkısı sadece gerekli değil şart. Sayın Davudoğlu’nun mahareti sayesinde Türkiye kısa zamanda komşuları arasında neredeyse hiçbir dost bırakmadı. Ankara,  ABD, Rusya ve AB ile de bu aralar en parlak günlerini yaşamıyor. Böylesine olumsuz diplomatik koşullarda, Fidan-Öcalan ikilisini aşan sorunlar bu gizli ve iki kişi arasında cerayan eden  müzakere ile çözülemez.

·       * Erdoğan, medyanın ve STK’ların sürece destek vermediğini söyledi ve yakındı. Haliyle hiçbir medya organı hiçbir STK, içeriğini bilmediği herhangi bir konuya, gözü kapalı bir şekilde ya da Erdoğan istedi diye destek vermez. Üstelik de bu bilgisizlik ve manipülasyon ortamında özellikle ilk başlarda süreci açıkça destekleyen çok sayıda haber ve köşe yazısı okuduk. Bugün Aydın Doğan’ın da bu konuda talebi var. Talebin içeriği doğru ancak sunucusu yanlış. Müzakere sürecinde terör, terörist, bölücüler, hainler gibi sıfatların, keza faşist TC, sömürgeci AKP gibi tanımlamaların kesinlikle kullanılmaması gerekir. Başta AKP sözcüleri olmak üzere çeşitli resmi yetkililer hala PKK, BDP ve DTK ile Kürt milletvekilleri aleyhine, küçültücü, neredeyse hakarethamis bir söylemi sürdürüyor. Barış yapmak istediğiniz kurum ve kişilere olumsuz bir dille hitap ederseniz, barış değil başka bir talebiniz var, anlamına gelir. 2012 değerlendirmelerinde  çakma Kürt uzmanları, ekranlara çıkıp ‘2012 PKK’nin hezimet yılı oldu’ şeklinde yorumlar yaptı. Herhalde doğrudur, zaten bu hezimet nedeniyle Başbakan, MİT Müsteşarını İmralı’ya gönderdi değil mi? 

·       * Müzakere yöntemi konusunda gizlilik/şeffaflık çelişkisi de önemli. Kimse, her şeyin kamuoyu önünde yapılmasını savunmuyor/talep etmiyor, ama her şeyin gizlice, kapalı kapılar ardında iki kişiyle yapılamasına da razı değil. En basitinden sürecin tüm ayakları, tüm boyutları gizli yapılırsa, olası aksama/tökezleme ve olumsuzlukları uyaracak/giderecek kişi ve kurumlar, mekanizmalar devreye giremez. Sadece olumlu gelişmeleri kamuoyu ile paylaşıp olumsuzlukları gizlemek de hayırlı bir yöntem değil.

·       * Türk devleti (Devletleri) yazılı tarihin bize aktardığı kadarıyla şimdiye kadar herhangi bir iç sorununu müzakere yöntemiyle çözmüş değil. Türk devlet zihni, Orta Asya’dan bu yana sorun olarak gördüğü konuları kılıçla çözmüş bir geleneğe sahip. Aslında 1925’den bu yana  Kürt meselesini de aynı şekilde çözmeye çalıştı ama kılıç bu kez sert bir kayaya çarptı.  Türkiye akademilerinde sadece iki fakültede ‘Conflict Resolution’ denilen ‘Çatışma/İhtilaf Çözme’ disiplini bir birim olarak mevcut. Devlet kadrosunun bu konuda bilgisi, birikimi, deneyimi bulunmuyor. Bu önemli bir eksiklik. Erdoğan ve kurmaylarının ‘Aman bir an önce şu PKK  terörünü bitirelim’ şeklindeki istek ve ihtiyacı ile Kürt meselesini çözmeye çalışmak oldukça farklı parametreler içeriyor. Azadi ve Hoybun’dan son çatışmada yaşamını kaybeden TSK askerine, Batman petrollerinin nasıl değerlendirileceğinden dağdaki PKKlilerin Kürt toplumuna nasıl kazandırılacağına kadar elimizde çok uzun bir çözülmesi gereken sorunlar listesi var. Salt siyasi irade ile çözülemeyecek kadar vahim, çokboyutlu, karmaşık sorunlar bunlar.

·       * 2013 başında İmralı Sürecinin başladığı dönemde Türkiye’deki Kürt manzarasına baktığımızda şunları görüyoruz: Binlerce Kürt siyasi yönetici KCK davalarında tutuklu, Roboski katliamından bir yıl sonra hiçbir sorumlu sorgulanmadı bile, başta cemaat medyası olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde hala kesif bir Kürt karşıtlığı var, Kürt=Terörist=Bölücü imajı çok yaygın, iktidar İnternet’te onlarca Kürt sitesini yasaklamış durumda ve Ankara yurtdışından yayın yapan Kürt televizyonlarının kapatılması için diplomatik girişimlerini sürdürüyor.
·   
                  İyi niyetinden kuşku duymadığımız bazı aydınlar ile bir çok siyasetçi, İmralı Süreci’nin başlamasıyla, büyük bir ihtimalle haklı olarak, provokasyon riskine dikkat çektiler. Hem de israrla…Aman kışkırtma olmasın….Üstelik ‘Provokasyon olmazsa PKK bu baharda silah bırakabilir’ diyen bile oldu. Gerçekten de son derece hassas bir İmralı Süreci yaşanıyor. Sürecin provokasyonlara açık olması, sürecin yeterince iyi hazırlanmamış olmasından, planlı programlı olmamasından, her şeyin gizli-kapaklı yürütülmesinden ve süreç hakkında yeterli bilgilendirme yapılmamış olmasından kaynaklanıyor.

·       * Sürece çok fazla bilgi sahibi olmamalarına rağmen, İbrahim Tatlıses ve Şivan Perwer gibi sanatçılarla  Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan’ın açık destek vermesi ne derece önemlidir, önümüzdeki dönemde göreceğiz.

·       * İmralı Süreci başladığı gibi devam ederse, yani yukarıda sıraladığım olumsuzluklar ve eksiklikler  devam ederse iki sonuç elde edebiliriz. Biri olumlu: Daha çok sayıda insan, Kürt meselesinin nasıl çözülemeyeceğini belki de bizzat görerek hatta deneyerek anlamış olacak. İkincisi olumsuz: Habur ve  Oslo’dan sonra İmralı Süreci de akim kalırsa, toplumsal/popüler algılamada ‘Bu iş müzakere ile çözülmüyor’ fikri yaygınlaşabilir.

·       * 1925’den bu yana çözülemeyen bir meseleyi çözmeye niyet etmek bile önemli. Ne var ki, on yıllık iktidarı boyunca bir başörtüsü meselesini bile çözemeyen Başbakan Erdoğan’ın Kürt konusunda çok fazla eksisi var: İyi niyet pek belli olmuyor, tecrübe yok, siyasi irade yok gibi, kadrolar pek zayıf, perspektif en fazla 15 gün sonrasını görecek kadar…

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Ben bu yaziyi bugun(11-01-2013) okudum. Dun provakasyon oldu. Kanli kayiller islerine devam ediyoy.!

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle