Ana içeriğe atla

HAKLILIĞIN İNADI/ERDOĞAN’IN İNADI


 Siyasi ve barışçı bir mücadele aracı olarak açlık grevi, ölüm orucuna dönüşürken Erdoğan gayrı ciddi bir şekilde BDP’yi suçlamayı sürdürüyor. Kürt cenahı bir yandan eylemin haklılığını ve meşruluğunu anlatmaya çalışırken bir yandan da ölümleri engellemek için çare arıyor. Birkaç kulak duyar gibi ama idam  propagandacısı Erdoğan’ın kapısı kör!
12 Eylül günü ‘süresiz ve dönüşümsüz’ açlık grevine başlayan ilk grup iki ayı doldurdu ve kritik aşamaya çok yaklaştı.  Artık ölüm orucu niteliğine bürünen hareketin ilk başladığı beş cezaevinden maalesef ölüm haberlerinin gelme tehlikesi yüksek.
Bu aşamada öncelikli olarak birkaç  konu ön plana çıkıyor:
-         Hükümet, devlet denetiminde olan, yani insanların can güvenliğini sağlamakla sorumlu olduğu resmi bir mekandan tabut çıkmasının kendisini içte ve dışta ne kadar güç duruma düşüreceğini bildiği için, şimdiden grevcilere müdahale ederek zorla besleme seçeneğini gizlice de olsa gündeme getiriyor. Hukuka, yasaya, uluslararası teamüllere aykırı da olsa Erdoğan, bu çarenin geçerli olacağını, herhalükarda ölümden daha iyi olduğunu tahmin ediyor. Oysa ki Kürt açlık grevcilerinin haklılığın inadına dayanan direnişinin vahametinin ve kararlılığının farkında olmayan Başbakan, bu yöntemin hem cezaevlerinde hem dışarıda hem de uluslararası alanda yaratacağı tepkileri öngöremiyor.  Zorla besleme, şiddet içerdiği, mahkum ve tutuklarının bağımsız iradelerini hiçe saydığı için başvurulmaması gereken bir yöntem. Ayrıca da geçersiz ve etkisiz. Çünkü bir hak için ölüme yatan mücadeleci insanlar, zorla beslenirse başka yöntemlerle direnişlerini canları pahasına sürdürebilir. Öcalan’ın Suriye’den ayrılmasının.ne tür eylemler gerçekleştiğini herhalde herkes  hatırlıyor.

-         Ankara’da BDP ve DTK’nın üst düzey yöneticileri önemli açıklamalar yaptı. ‘’Hükümetin hukukçu iki bakanı ile görüştük. Anadilde eğitim ve Öcalan’ın tecridine son verilmesi ve avukatlarıyla görüşmesi taleplerinin yasal ve meşru olduğunu kabul ediyorlar. Anadilde eğitim için altyapının hazır olmadığını ama bu talebin uzun olmasa da orta vadede kabul edilebileceğini söylediler. Herhangi bir mahkumun ya da davası devam eden bir tutuklunun avukatıyla görüşmesinin de engellenemeyeceğini kabul ettiler. Ama uygulamaya gelince, bu iki konunun da hayata geçirilmesi meselesi bizi aşar, diyorlar.Herşey Erdoğan’ın iki dudağının arasında.’’

-         Öcalan faktörü yeniden devrede. Herkes krizi çözebilecek tek aktörün Öcalan olduğu konusunda hemfikir. ‘Öcalan, açlık grevini sona erdirin’ diye çağrı yapsa, grev biter mi? sorusuna verdikleri yanıt mealen şöyle: ‘‘Sayın Öcalan’ın avukatlarıyla görüşme hakkının sağlanması bizi de açlık grevcilerini de rahatlatır. Taleplerden biri zaten bu…’’

-         Ne var ki Kürt siyasetçiler Erdoğan’ın tutumundan çok şikayetçi. ‘‘Biz bu açlık grevlerini yeniden diyalog ve müzakere kapısının açılmasını sağlayacak bir girişim olarak görüyoruz. Erdoğan ise çok gayrı ciddi bir şekilde sabah akşam BDP’yi suçluyor. Kebap muhabbeti yapıyor.’’

-         Ölüm tehlikesi çok somut. ‘’Bakın şimdi bizim insanlarımız, oğlu silah alıp dağa çıkmış, onun ölümünü başka türlü karşılıyor, başka türlü algılıyor. Tabi ki kimse oğlunu kızını dağda da olsa kaybetmek istemez. Ama elde silah dağa çıkan oğlunun kızının bir gün cenazesinin gelebileceğini de biliyor insanlar. Ama cezaevinde devletin denetimi altında bir mekanda oğlu kızı ölen insan bu ölümleri bambaşka bir şekilde anlar. Doğrudan ve sadece devleti, hükümeti sorumlu tutar’’

-         Erdoğan ilk sinyali ‘Şantaj yapmayın. Siz açlık grevi yapıyorsunuz diye bu hükümet Öcalan’ı serbest bırakmaz’ derken verdi. Açlık grevcilerinin bu aşamada ‘Öcalan’a hürriyet’ diye bir talebi yok. Tecritin son bulmasını ve avukatlarıyla görüşme hakkının sağlanmasını istiyorlar. Erdoğan kararlık gösterisine girişmiş durumda. Aslında iktidarın ve haksızlığın inadını teşhir ediyor. Her geçen gün açlık grevcileri ve BDP aleyhine olur olmaz suçlamalarda bulunuyor. Bu inat ve ısrar, grevcileri tahrik ettiği gibi ölümlere de davetiye çıkarmak anlamına geliyor. Adalet Bakanı,’ Çözüme gidecek yolda iseler her kesimle görüşmeye hazırız’ diyerek BDP’ye davetiye çıkartıyor Erdoğan’ın aksine.

-         Ölümler başlarsa ne olur? ‘’Herkes kaybeder. Önce insan canı gider. Sonra Erdoğan gider. Biz de sorumluluğumuzu alırız tabi. Türkiye kaybeder, kimse kazanmaz’’.

-         Birisi Erdoğan’a hatırlatmalı: Kürt siyasi hareketinin muhalefeti öyle CHP muhalefetine filan benzemez. Bu hareket, kısa vadeli düşünürsek, 1984’den bu yana, kimi kez tökezlese, gerilese de bugüne kadar hem siyasi hem de diğer alanlarda mücadelesini yürüttü, yürütüyor. Kürt siyasi hareketinin sosyolojik/ideolojik hatta duygusal alt yapısı öyle AKP seçmenininkilere filan benzemez. Statü, kimlik ve dil talepleri uğruna bugüne kadar onbinlerce insan canını verdi. Üstelik bugün artık, özellikle Irak Kürdistan Özerk İdaresi ve Suriye’deki Kürt ayaklanma ve yapılanmasından sonra Türkiye Kürtlerinin eskiye oranla ayağı yere daha sağlam basan politikalar geliştirdiğini ve uyguladığını herkes görüyor. PKK liderlerinden Karayılan’ın bir hafta önce ‘Biz cezaevlerinde hiç kimsenin ölmesini istemiyoruz’ şeklindeki açıklamasını da hesaba kattığımızda, bu siyasi ve barışçı hareketin uzun vadeli sürebileceğini öngörebiliriz.

-         Açlık grevi, KCK tutuklamalarına, BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılma girişimine, Kürt avukat ve gazetecilerin içeri atılmasına da karşı bir eylem. Tüm siyasi yollar kapatılmış. Tüm demokratik hakları elinden alınmış bir toplumun taleplerini yüksek sesle dile getirmek için şiddet kullanmadan gerçekleştirebileceği belki de yegane eylem tarzı açlık grevi.
  
-         - Erdoğan milliyetçi reflekslere daha fazla bel bağlarken kendi partisinden ve özellikle de Kürt seçmeninden uzaklaştığının da farkında değil. Kibirdir yorulup yollarda kalan. Kürt düşmanlığı, demokrasi zaafı, Erdoğan’ın altını oyuyor. İdamı yeniden gündeme getirerek kazanmayı düşlediğinin kaç mislini  kaybettiğini ona kimse söyleyemeyecek. Siyasi ve ideolojik mülahazalardan uzaklaşıp açlık grevine sadece insani yani insan canı penceresinden bakma yeteneğini yitirmiş bir şahsiyetle karşı karşıyayız.

-         Erdoğan, Roboski katliamından bu yana sürekli olarak irtifa kaybediyor. Dışarıda Suriye, içeride Kürt meselesi konusunda hep olumsuz davranışlar içinde. Tüm bu  davranış ve yaklaşımları bir tek Devlet Bahçeli’nin onaylaması, ‘Güçlü Millet’ formülüne yakışıyor mu?

-         Başta CHP olmak üzere Türk kamoyunun, özellikle AKP karşıtı kesimlerin Kürt cenahına hala uzak durması Erdoğan’ın önemli bir kozu olsa gerek.
-       
-         Sonuç olarak, kutuplaşmanın zirveye yaklaştığı bir dönem ve ortamda, diyalog ve müzakere yollarının tamamen kapatılıp, Fikret İlkiz’in deyimiyle ‘Kürt meselesini KCK tutuklamalarıyla çözemeyen’ Erdoğan, son derece yasal ve meşru bir hak talebini tanımamakta daha fazla direnirse, veremeyeceği bir hesapla karşılaşabilir.  
      (*)  birdirbir.org'dan



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd