Ana içeriğe atla

TEK GERÇEK RESMİ GERÇEK Mİ?



·       Antep’deki saldırıyı devlet iki günde çözüverdi: Vali’ye inanacak olursak bir de  bombalı aracı olay yerine getiren yakalanınca  iş tamamen bitecek. Bu, işin resmi yanı.  Belki de hepsi doğru. Ama medya ne yaptı bu süreçte? Ne yapması gerekiyordu?

Gaziantep’deki  terör  saldırısı ve sonrasının Türk egemen medyası tarafından izlenip aktarılmasında, her zaman olduğu gibi, bir çok sorun var. Öncelikle,  medya, saldırının hemen sonrasında, üstelik resmi yetkililer henüz bir açıklama yapmamışken, failin PKK olduğunu yazdı.  Dr.Esra Arsan’ın bu konuda ANF’de yayınlanan saptama ve görüşleri önemli.

Ortada hiçbir iz, bilgi, belge bulunmamasına rağmen ‘olağan zanlı’ PKK, ‘herhalde yine onlar yapmıştır’ yaklaşımıyla suçlandı. Bu olayda PKK’nın hemen fail olarak saptanıp belirlenmesi – ki gerçekte de olabilir- bir başka açıdan da önemli. Çünkü bu terör saldırısının faili PKK değilse, ikinci şüpheli olan Suriye Muhaberatı gündeme gelecekti.  AKP’nin 2 numarası konumundaki Hüseyin Çelik,  saldırının ardından yaptığı açıklamada,  Suriye olasılığını açıkça, isim vererek devreye soktu. Bu, devlet açısından, hükümet açısından, Erdoğan açısından çok kötü bir senaryo olacaktı. Çünkü bu saldırıyı Suriye’nin resmi ya da dolaylı bağlantılı bir örgütü gerçekleştirmişse, savaş nedeni sayılacak, sorun, Türkiye’nin bir iç meselesi olmaktan çıkıp diplomatik alana taşınacaktı. AKP, Türkiye topraklarını, yabancı terör ve istihbarat örgütlerinin rahatça cirit attığı bir alan haline getirmiş olacaktı. Suriye olasılığı, Türk resmi tezlerini tekzip edecek bir olasılık, bu nedenle bu olasılıktan hızlı bir şekilde cayıldı. Hüseyin Çelik bu görüşünü bir daha tekrar etmedi. Saldırının ‘PKK-Muhaberat’ işbirliği sayesinde gerçekleştiğini öne sürenler de, Muhaberat boyutunu tedavülden çektiler.

Keza ilk günlerde, PKK ve Suriye’den sonra İran’ın da adı bu saldırıya karıştırılsa da, gündemin PKK üzerinde yoğunlaşmasından sonra, ki öyle gerekiyordu, Tahran olasılığı da rafa kaldırıldı.

Medyayı sıkı bir şekilde tarasanız da, ilk başlarda, yani iz, bilgi, belgelerin henüz ortaya çıkmadığı dönemde, sadece olasılıkların ön plana çıkarıldığı dönemde, PKK, Muhaberat ya da İran olasılıkları bile, tamamen siyasi ve ideolojik gerekçelerle aktarıldı. Bu konuda, somut veri,  arka plan bilgisi aslında mevcut, ama köşe yazarından editöre hatta haberlere kadar,  kimliği meçhul Emniyet ya da Güvenlik kaynaklarına atfedilen bilgilerin hiç biri gazetecilik faaliyeti sonucunda ortaya çıkarılmış bilgiler değildi. Medya, körün topalı izlemesi gibi, resmi tezi aktarmakla, yinelemekle yetindi.

Oysa ki, patlamanın hemen ardından, bizde yok ama, gerçek anlamda bir ‘Terör Uzmanı’ muhabirin yapacağı çok şey vardı.
·       
      Saldırının yapılış şekli konusunda zanlıların geçmiş eylemleriyle kıyaslama
·        PKK, Suriye ya da İran geçmişte benzeri bir saldırı –patlayıcı yüklü bomba ile karakol ve sivil hedeflere yönelik saldırı- gerçekleştirdi mi?
·        Antep neden seçilmiş olabilir? Antep saldırısı öncesi bölgede gerek devlet, gerek PKK, gerekse Suriye ve İran açısından, tayin edici sayılabilecek ne gibi gelişmeler oldu?
·        Saldırıda kullanılan araç, patlayıcı türü, patlatma yöntemi hakkında ayrıntılı bilgi?
·        HPG’nin saldırının sorumluluğunu rededen açıklamasının ardından PKK yetkilileriyle temasa geçip, olası çelişkileri  açığa çıkarmak. ‘Siz red ediyorsunuz ama…’

Bunların çoğu yapılmadı…Hiç yapılmadı demiyorum,  çoğu yapılmadı diyorum üstelik de önemli bir nüansla itiraz ediyorum: Medyayı taradığınızda, özellikle Antep Valisinin açıklamalarını çözmeye çalıştığınızda, yukarıda sıraladığım bilgi ve soruların bir kısmı var. Ama tek yanlı olarak var. Yani bu sorulara devletin verdiği yanıtlar var. PKK’nin yanıtları yok. Habercilik açısından daha da önemlisi bağımsız araştırmacıların, soruşturmacıların yani bağımsız medyanın bulguları, yanıtları, bilgileri yok. Çünkü Türkiye’de medya, bağımsız ve özgür değil. Türk egemen medyası, bulgu peşinde değil, resmi bulguları tekrar ediyor. Türk egemen medyasının kendine has, inceleme-araştırma sonucunda ulaştığı yeni, farklı  bilgileri yok, devletin açıkladığı yanıt ve bilgileri olduğu gibi, denetlemeden, sanki hepsi doğruymuş gibi yayınlamakla yetiniyor.

Antep Valisi bu aralar egemen medyanın bu olaydaki yeni yıldızı sayılır. Her açıklaması ‘Flaş’, ‘Bomba açıklama’ filan gibi üst başlıklarla sunuluyor. Vali, televizyonda, elindeki kağıttan bazı bilgileri, zorlukla da olsa, okuyarak, aktarıyor.

Vali neden yeni medya yıldızı? Çünkü,  Vali’nin tüm açıklamaları, egemen medyanın saldırıdan hemen sonra, bu terör eyleminde PKK’yı sorumlu tutan yaklaşımını resmi olarak onaylıyor/doğruluyor. Üstelik Vali’de medyada olmayan somut bilgiler de var. Medya yöneticileri, büyük bir ihtimalle,  ‘Bak helal olsun Vali’ye, bizim ortada henüz bilgi/belge yokken yaptığımız doğru saptamayı somut olarak şimdi bilgi ve belgelerle kanıtlıyor’ diyordur. Desin…

Yanlış anlaşılmasın, ben ‘Bu saldırıyı kesinlikle PKK yapmamıştır’ demiyorum. PKK de yapmış olabilir. Benim sorunum medya ile devlet arasındaki çarpık, sağlıksız, bağımsız ve özgür olmayan mesleki, siyasi ve ideolojik  ilişkide. 

Ortada birkaç ihtimal var iken ve bağımsız kaynaklar bu ihtimallerden herhangi birine ağırlık verecek bilgi ve belgeye henüz ulaşmamışken,  kısa yoldan ihtimallerden sadece biri üzerinde durmak ve sadece onun üzerinde üstelik de sağlam olmayan bir şekilde durmak habercilik açısından kaygı verici.

Vali, devletin resmi görevlisi olarak bu açıklamaları yapıyor ve tabi ki yapacak. Ne var ki, özü kuşku ve araştırma mesleği yani gerçeğe ulaşmak/yaklaşmak olan gazetecilik burada ne yapıyor? Hiç! Ya da copy paste. Valinin yaptığı açıklamaları doğrulamaya/incelemeye çalışan bir tek muhabir, bir tek haber gördünüz mü? Hayır yok. Vali de sonuç olarak gerçeğin biricik kaynağı değil, önemli haber/bilgi kaynaklarından biridir, söylediği her şeyi olduğu gibi alıp yayınlamak doğru değil. Bu bilgiler de en az iki kaynaktan doğrulanmalı.

Ben ‘Vali yalan söylüyor’ da demiyorum. Bilemem.  Belki de doğrudur verdiği bilgiler. Ama bu bilgilerin doğruluğu, bağımsız olması gereken medya tarafından incelenip doğrulanmadıkça, değil Vali, Başbakan ya da Tanrı’nın  kelamı bile, bir gazeteci için kuşkuyla yaklaşılması gereken, en az  iki kaynaktan doğrulanması gereken ham bilgilerdir. Gazeteciler, Vali’nin PR memuru değil, sözcüsü de değil. Gazeteci, herhangi bir kaynağın yaptığı açıklamayı, kendi yapacağı inceleme-araştırmadan sonra, gerçeklikle ilişkisini saptadıktan sonra haber olarak yayınlayan kişidir.

Fransa’da mesela, sokak gösterileri, yürüyüş, nümayiş, mitinglerle ilgili bir gelenek vardır. Gösteri bittiğinde, polis, katılım konusunda medyaya bilgi verir: ‘Gösteriye, bizim helikopterle yaptığımız ve kamera ile tespit ettiğimiz çekimlere göre yaklaşık 25 bin kişi katılmıştır’. Gösterinin organizatörleri de aynı konuda bir açıklama yapar: ‘Gösteriye Fransa’nın altı köşesinden 50 bini aşkın yurttaş katılmıştır’. Ertesi gün gazetelerde, ‘Gösteriye polise göre 25, organizatörlere göre  50 bin kişi katıldı. Geçen hafta aynı alanda aynı sendikanın düzenlediği gösteriye meydanın yüzölçümü hesabına göre 70 bin kişi katılmıştı’ der ve bir gün önce  ve bir hafta önce yapılan gösterinin çeşitli açılardan çekilmiş fotografları yayınlanır. Böylelikle okur,  polisin ve gösteri organizatörlerinin yayınladığı bilgileri alıp, gazetenin verdiği bilgi ve fotograflar sayesinde katılım hakkında bir bilgi ve genel fikre  ulaşır.

Bizde ise Gazetecilik Okullarında, İletişim Fakültelerinin birinci sınıflarında, habercilik derslerinde, her türlü olay konusunda ‘Öncelikle resmi yetkiliden aldığınız bilgileri yayınlayacaksınız’ denir.

Antep Valisinin açıklamalarını hiçbir süzgeçten geçirmeden, olduğu gibi yayınlayanlar, aslında bal gibi biliyor ve içlerinden belki de yazı işleri toplantısında kendi aralarında alçak sesle tartışıyorlardır ama  tayin edici birkaç soru var:
·        
     Bu kadar önemli bir olayla ilgili olarak tüm açıklamaları neden Vali yapıyor da, mesela İç İşleri Bakanı yapmıyor ?( Gerçi o özürlü, her açıklaması pot okyanusu olduğu için gündemin değişme ihtimali var). Valiyi yetkili kılarak, olayın tamamen bir iç mesele olduğu mesajı mı veriliyor?  
     Bu başarılı operasyon, neden daha üst düzey bir siyasi değil de yerel bir bürokrat tarafından açıklanıyor?
·        Vali’nin yaptığı açıklamalar doğru ise (Şimdilik bir hipotez), bu kadar kısa sürede bu kadar önemli istihbarata ulaşabilen bir mekanizma varsa, bu mekanizma saldırı öncesinde neden devreye giremedi? 
     Diyarbakır’daki organizatörü, hatta Kandil’den talimat veren yetkiliyi ve bombayı patlatan militanı da iki-üç günde ortaya çıkaran istihbarat mekanizması, Pennsylvania’nın istihbarat konusundaki eleştirisini mi tekzip ediyor?  
     İstihbaratın esas görevi bu tür kanlı saldırıları önlemek değil mi?

Sonuç olarak bu  Antep saldırısı konusunda, birkaç perspektif, birkaç ‘gerçek’ var. Resmi gerçek var ki, medya bizi en çok bu konuda bilgilendirdi.  

İşin PKK açısı var. HPG’nin  sorumluluğu rededen açıklaması dışında bu konuda ayrıntılı bilgi yok. Bu arada Vatan gazetesi, HPG’nin bildirisini olduğu gibi yayınladığı için, ki doğrusu budur, yazı işlerinde PKK sızması suçlamasına muhatap oldu. ‘Demedim mi size PKK’dan hatta Botan-ı  Cizire’den (O da ne?) her söz edişinizde ‘Sözde’ diyeceksiniz diye!’ Doğru haber yazımı şöyle olacaktı:  ‘Sözde PKK, yayınladığı sözde bildiride, sözde Antep saldırısını, sözde kendilerinin yapmadığını iddia etti’.  

Suriye  ve İran perspektifleri bizim medyada çok az yer aldı. Oysa ki  Batı basınında özellikle Suriye ihtimaline vurgu yapıldı. 

Bizdeki en önemli eksiklik bağımsız perspektif yok. Yani devlete, PKK’ye, Suriye ve İran’a eşit uzaklıkta durup, hepsine de ulaşıp onların gerçek bilgi ve tutumlarını haberleştirip, okura manzaranın tümünü sunabilmektir hakiki gazetecilik. Bağımsız perspektif, teknik olarak, mesleki olarak, dolayısıyla da siyasi-ideolojik olarak tüm perspektifleri içerdiği, üstelik temkinli bir filtre ile süzüp yansıttığı için, olmazsa olmaz bir perspektif. Bağımsız perspektifi olmayan haber, yumurtasız omlete benzer.

Evet tabi ki zor bir iştir bu bağımsız perspektifi oluşturmak/işlemek/ yazmak. Öyle 1-2 günde talimatı verenden, arabayı kiralayana bir de bombayı patlatanı açıklamaya benzemez bu iş. Gazetecinin elinin altında hazır bir takım kayıtlar, hazır bir takım… eee  şeyler  yoktur. Gazeteci her olayı başlı başına, münferit olarak, A’dan Z’ye incelemek zorunda.

Geçmişte  bazı olaylarda, mesela Istanbul Bağcılar’daki patlamanın hemen ardından Emniyet, failleri yakaladığını açıklamıştı. Şüpheliler, mahkemeye çıkarıldı ve Savcı bu kişileri örgüt üyeliği ile itham etti. Medya o zaman da, ne Emniyet’in ilk açıklamalarını denetledi ne de sonra bombacılıkla suçladığı kişilerin örgüt üyeliğinden yargılandıklarını yazdı. Başka bir çok olayda, terör olayında, ‘Bombacı’, ‘Talimatı veren cani’, ‘Katilin erketecisi’ gibi sıfatlarla suçlanan kişiler, ilk kez çıkarıldıkları mahkemede serbest bile bırakıldılar. Bu tür örnekleri vererek, bu memlekette adaletin, adliyenin çok iyi çalıştığını kanıtlamaya çalışmıyorum.   

Polis muhabirliği, ki bizde Adliye muhabirliği ile birleştirilmiştir, sadece polis kankalardan duyup onların verdiği bilgileri,  belgeleri denetlemeden haber haline getirmek değildir.  Tek kaynağı polis ya da savcı olan o kadar çok ve ‘ünlü’ gazeteci var ki bu memlekette…

Benim gazetecilik idolüm olarak ortaya çıkan meslekdaş, Costa Gavras’ın Sıkıyönetim filmindeki yaşlı muhabirdir. Gerilla örgütüne ve askeri diktatörlüğe eşit mesafede duran bu arkadaş, her iki tarafla da insani ve mesleki açıdan doğru, samimi ilişkiler kurup, kendisine gerekli bilgi ve belgelere ulaşırken, olağanüstü bir insanlık vicdanını da hem gönlünde hem de kafasında ve tabi ki kaleminde sergilerken, okura en tamamlanmış portreyi sunmaya çalışıyordu. Cesur ve akıllı idi. Diktatörün çelişkilerini basın toplantısında soru şeklinde teşhir ediyor, gerilla örgütüne gönderdiği mesajlarda, haberinde şiddet övgüsü yapmayacağını açıkça ima ediyordu.

70’li yıllardı. Orası Uruguay’dı. 21. yüzyıldayız. Burası Türkiye. Dünyanın 17 büyük ekonomisi, bölgenin süper devleti!  Ama işte yurttaş olarak, okur olarak, haber değil resmi tezleri, milliyetçilik propagandası, Kürt düşmanlığı okuyup duruyoruz. Sonra da, 1925’den beri neden çözülmüyor bu sorun diye dertleniyoruz.

Tek gözlü insan, badem gözlü de olsa, yarısını görür gerçeğin. Yarım gerçek de, bir başka açıdan bakıldığında tam yalandır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd