Ana içeriğe atla

Memleket zengin, bizimkiler iyi...

5. KITADAN (1)

Avustralya’ya gideceğimi Nisan ayından beri biliyordum. Kime söylesem, ‘Amaan acaip uzun ve zor bir yolculuk…Canın çıkıyor, mahvoluyosun…3-4 günde ancak toplarsın’ diyorlardı. En güzel ve en komik yolculuk anekdotlarını Mazlum Çimen anlattı. O, üç kez konser vermeye gitmiş. Bana ‘Katiyyen gitme…Bussiness’de uçsan bile yıkılıyorsun’ filan demişti. Cengiz Aktar da, ‘Dünyanın en zehirli 100 böceğinden 74’ü Avustralya’da, aman dikkat et’ diye uyarmıştı. Sanki Avustralya kırsalına ya da dağlarına çıkıyormuşum gibi…Daha önce Sydney ve Melbourne’a gidenler ise tüm bu güçlüklere rağmen oradaki Türkiyelilerin kendilerini son derece iyi ağırladıklarını, devrimcilerin ve Kürt arkadaşların mükemmel organizasyonlar yaptıklarını söylemişlerdi. Tecrübelilerin öngörüleri doğru çıktı. Zaten Avustralya’da iken sürekli olarak Ertuğrul Kürkçü’nün, Haluk Gerger’in, Fikret Başkaya’nın, Faik Bulut’un gezi ve ziyaretlerinden kareler canlandırdılar.
Avustralya hakkında pek bilgim yoktu. İngiltere’de iken (1983-87) Avustralyalılar hakkında egemen medyada genelde olumsuz yargılar vardı. Sürekli bira içen kaba saba insanlar olarak tanıtılırdı. Beyaz İngiliz kendi kandaşına bile böyle bir muamele reva görüyordu. Daha önce Paris’deki gazetecilik okulunda (1982-83) Avustralyalı bir meslekdaşım vardı. Sakin, sessiz efendi bir arkadaştı. İngilizleri pek sevmezdi. Erken Yeşilciydi. İngilizce’de, ‘Avustralyalı’ sözcüğü, mecazi anlamda kenardan gelip merkeze yerleşen hatta egemenlik kurmaya çalışan, yükselmeye uğraşan insanlar için kullanılır. Çalışkan ve hırslı yani…Mesela Rupert Murdoch, bütün dünyanın tanıdığı en ünlü ve en zengin Avustralyalı. Şimdilerde başı dertte… Avustralyalı olarak bir de bizim Galatasaraylı iki futbolcu, Kewell ve Neil’i biliyordum. Onlarda da çalışkanlık ve hırs, olumlu birer meziyet olarak ortaya çıkıyordu.
Seyahata çıkmadan önce İnternet’te kısa bir süre dolaştım. Avustralya, Sydney ve Melbourne sayfalarına göz attım. Seyahat işinin hakiki uzmanları hatta profesyonelleri İngilizlerdir. Çoğu, yıllık izinlerini zaten yaklaşık bir yıl önce ayarlayıp planlar. Bu süre içinde de gidecekleri yerleri avuçlarının içi gibi öğrenirler. Tarihi, coğrafyası, tabiat bilgisi, fiziği ve kimyası ile, kısacası her şeyi ile…Sonra tatil yöresi olan bölge ya da kentte gittiklerinde, her bir şeyleri elleriyle koymuş gibi bulurlar. Oysa ki seyahat biraz da sürpriz olmalı. Beklenmedik hatta şaşırılası şeyler , garip manzaralar, şeker insanlar tanımalı seyahatte. Hiçbir şey bilmeden de gidince yabancı bir memlekete, Haydarpaşa Garı önündeki tahta bavullu köylü kimliği pek sevimli değil. Keza, her şeyi bilen, hasır şapkalı, açık haki bermudalı Sir’ün ‘Oo! I was not impressed’ nidası da anlamsız.
Aslında Türkiye ile Avustralya arasında 7 saat fark var. ABD ile de aynı zaman farkı ama New York’a 10 saatte uçuyorsun, Sydney’e ise Abu Dhabi molası dahil 19-20 saat tutuyor. Aslında yola çıkmadan bir gün önce uyumamayı önerenler oldu. Yeşilköy’de uçağa biner binmez saatini Avustralya saatine ayarlamanın psikolojik etkilerini övenler oldu. Jet-lag’a karşı ilaç içmem gerektiğini söylediler. Sonuç olarak Etihad havayollarının nispeten rahat ‘Economy’ koltuklarına kurulup kulaklığına Mp3’ünü takıp gazete, dergi ve kitapla geçiriyorsun zamanı. Arada bir uyuyabilirsen de ne ala… İşin garip bir başka tarafı da, Istanbul’da yazın 35 derecelik sıcağından yola çıkıp Sydney’de 10-15 derecelik Ocak havasıyla karşılaşmak.
Yolda bir tek küçük aksama oldu:
Ben Abu Dhabi’den itibaren Avustralya saatine geçtiğim için, benim saatimle sabah saat 08.00 civarında hostes servise başladı. Sıcak yemek, alüminyum folyo ile kaplı olduğu için omlet filan sandım. ‘Ne içersiniz?’ dedi. ‘Çay lütfen’ dedim. Kahvaltı geldi sanmıştım. Açtım alüminyum folyoyu körili tavuklu pilav çıktı. Çayla pek gitmiyor. Onlar öğle yemeğindeymiş.
Neyse seyahat öncesi eş-dost tarafından aşırı bir şekilde uyarılmış olduğum için nispeten dingin bir şekilde Sydney havaalanına indim. Ve ilk iki gün göreceli olarak ayakta kalabildim. Sonra biraz tökezledim.
Avustralya Türk-Kürt Toplum Hizmetleri Kooperatifinden arkadaşlar karşıladı beni. Şehir dışında kocaman bahçeli 2 katlı evlerine gittik. İlk izlenim yazının başlığı: İngiltere’yi almışlar, Amerika’ya yaymışlar. Sydney, Melbourne da öyle, çok geniş kentler. Kıtanın yüzölçümü Türkiye’nin on misli. Nufusu ise sadece 20 milyon. Kıtanın ortası çöl. Bütün büyük kentler sahillere dizilmiş. Gerçi Avustralya’da bir kentten diğerine uçakla 6 saatte gittiğin de oluyor. Bu kadar çok toprak olunca, işte altın madeni de var, uranyum da var, binbir yer altı zenginliği de mevcut. Ayrıca yine yüzbir tür sebze meyve de var pazarda. Sokakta dolaşırken, o İngiliz soğukkanlılığı hatta ağırlığına her yerde rastlamak mümkün değil. Çünkü Beyaz Avustralyalı diyebileceğimiz Anglo-saksonların öyle ezici bir çoğunluğu yok. Çinliler, Hintliler, Güney Doğu Asyalılar çoğunlukta. Karalar da yok değil. İtalyanlar, İngilizlerden sonra gelmiş, bizim komşumuz Yunanlılar da önemli bir topluluk burada. En güzeli hepsinin lokantası var. Avustralya mutfağı İngiliz mutfağından farksız olduğu için bir gün Çin, bir gün Tayland, bir gün İtalyan, bir gün Hint, öğlenleri de çoğunlukla dönercilerde kocaman porsiyonları midelerimize indirdik.
Avustralya devleti çokkültürlülüğe önem veriyor. Nadiren çatışma çıksa da Anglo-saksonlarla diğer sonradan gelenlerle, genel durum iyi. Herhalükarda Batı Avrupa’da ve Türkiye’de yükselen milliyetçiliğin/ırkçılığın izlerine pek rastlanmıyor. Toprak geniş ve zengin, nufus az, az çok sosyal adalet olunca da, mesela bizim Türkiyelilerin büyük çoğunluğu da refahtan paylarını alabiliyor. Özellikle Batı Avrupa’daki bizim göçmen ya da yerleşik ama ‘yabancı’ işçilerin durumuna kıyasla, Sydney ve Melbourne’daki Türkiyelilerin ekonomik, mali, toplumsal konumları çok iyi. Sydney’de döner sektörü kalabalık, Melbourne’da inşaat. Bizim su ya da elektrik tesisatçıları, duvar ustaları hatta müteahitlerin (Belgesi var, icra edebilmek için iki yıllık okuldan mezun olmak gerek) gelir durumları iyi. Benim tanıdığım insanlar, beni ağırlayan insanların meslekleri çok farklıydı. Sydney’de mesela sabaha karşı 02.30’la öğlen 12 arasında halden sebze-meyve taşımacılığı yapan kamyonet şoförü ve muhasebeci eşi beni evlerinde ağırladılar. İki yetişkin çocukları vardı. Onlar 2. Kuşak. Onlar Avustralya toplumuna çok daha fazla entegre olmuşlar ama Türkiyeliliklerini tamamen terk eden unutan hiç yok. 1. Kuşakta karma evlilik pek yok, 2. Kuşakta biraz var. İnşaatçı çok arkadaş tanıdım. Güvenlik görevlisi de var, doktor da mevcut. Eski bir profesyonel tiyatrocu şimdilerde mezarlıkta bahçevanlık yapıyor. Taksi şoförleri de çok gırgır insanlar. Refah düzeyinin yüksek olması nedeniyle herkesin mesleği ya da uğraşı eşit muamele görüyor. Bizde küçümsenen bazı meslek ya da uğraşlar Avustralya’da normal ve haklı olarak eşit meslek olarak kabul görüyor.
Evlerde, arabalarda, dernek lokallerinde Ahmet Kaya, Kardeş Türküler şarkıları çalıyor. Duvarlarda Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ya da Abdullah Öcalan portreleri var. Sivas katliamında yaşamını kaybedenlerin büyük boy vesikalık fotografları dizilmişti Alevi Derneğinin duvarlarına. Sol geçmişe, bu uğurda yaşamını yitirmiş olanlara saygı, vefa herhalde olumlu bir tutum. Batı Avrupa’daki bazı Türkiyeli derneklerinde, ki çoğu zaman yoğun sigara dumanı altında derin memleket sorunları konuşulur, hatta memleket 24 saatte bir kurtarılır, Avustralya’da bu nostaljik duruma pek rastlamadım. 1980 hatta 1971’de zamanı durdurmuş derneklere gitmiştim Fransa’da, Belçika’da, Almanya ya da Hollanda’da. Avustralya’dakiler, hepsi iş güç sahibi, orta yaşlı insanlar da oldukları için, geçmişe takılıp kalmamışlar. Türkiye’nin ve biraz da olsa Avustralya’nın bugünü ve yarını ile meşguller.

5. Kıtadan (2)de Uzak diyarda Türk-Kürt muhabbetleri/Sydney-Melbourne rekabeti/ The Age, Green-Left ve Pen

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle