Ana içeriğe atla

ESKİ GAZETECİ YENİ MİLLETVEKİLİ AL BİRİNİ…

• Seçim kampanyası canlanırken, gazeteci olarak tanınan bazı şahsiyetler, özellikle iktidar partisinin listelerinden milletvekilliğine soyunuyor. Gazetecilik çok politik bir meslek, politika da giderek çok medyatik bir alan, ama yine de gazetecilikle milletvekilliği çok farklı iki mecra. Birinden ötekine geçmek ne demek? Tutarlı mı? Ne kadar etik? Ne kadar kabul edilir?


Medyaya yansıyan haberlere göre azımsanmayacak sayıda gazeteci, bu genel seçimlere şimdiden aday adayı olarak hazırlanıyor. Gazetecilikle milletvekilliği arasındaki ilişkiler, girift ve genelde sorunlu. Siyasetin son yıllarda giderek medya üzerinden yapıldığı hesaba katılırsa, medyada köşe yazarlığı, televizyon yorumculuğu yaparak popüler hale gelmiş kişilerin, yani gazetecilerin diğer adaylara oranla bir tanınmışlık avantajı var. Onlar da zaten biraz bu popülerliği de kullanarak gazeteciliği bırakıp Meclis’in ceylan derili koltuklarına hevesleniyorlar. (Zaman’ın bir köşe yazarı ön yoklamada 34. olmuş. Bravo!)

Gazetecilik, 19. yüzyıl liberal düşünürlerinin konumlandırması uyarınca, Dördüncü Kuvvet olarak, ilk üç kuvvetin yani yasama, yürütme, yargının işleyişini kamu adına izlemek ve denetlemekle yükümlü bir meslek. Dördüncü Kuvvet’ten birinci kuvvete geçmeyi tasarlayanlar, demek ki bundan sonra, ilk üç kuvvetin icraatını kamu adına izleme ve denetleme görevini bırakıp, yasamanın daha iyi çalışması için görev yapacaklar. Galiba bazı aday adayları da, yasama makamını sadece yürütmeye bir geçiş olarak görüyor. Dolayısıyla milletvekili seçilmek, kırmızı plakalı araç için önkoşul haline geliyor. Kısacası gazeteci, milletvekilliğine heveslenirken, aslında saf değiştiriyor. Cephenin öbür tarafına geçiyor.

Gazetecilik, yapısı, doğası gereği çok siyasi bir alan ve işlev. Ama gazeteciliğin siyasal boyutu ile milletvekilliği aynı şey değil. Gazetecinin siyaseti, siyasi kimliği ile Partili milletvekilinin Meclis’deki siyaset yapma tarzı ve kimliği çok farklı.

Siyaset felsefesi açısından bakıldığında gazetecilik de milletvekilliği de aslında birer iktidar makamı/kurumu.

Siyaset medyatikleşmeye başladığından bu yana, muhteviyatından da çok şey kaybetti. Amaç, siyasi tecrübesi olan, siyasi-ideolojik bir mesajı /tutumu olan ve gerçekten belirli bir toplum kesimini temsil gücü olan kaliteli kadroların milletvekili olması gerekirken, kısa vadede Meclis’deki sandalye sayısını artırmak olunca, ünlü türkücüler ya da futbolcular da aday adayı yapılmaya başlandı. Hiçbir siyasi deneyimi olmayan bu kişiler, iktidara yakınlıkları ve medyatik şöhretleri sayesinde milletvekili olmak istiyor. Seçmenin bu yeni tür vekil adaylarına nasıl tepki vereceğini seçim sonuçlarına göre ve bilahare Meclis’deki performanslarına göre değerlendirebileceğiz.

Türkiye yakın tarihinde de gazetecilerin, özellikle gazete sahiplerinin Meclis’e sokulduğu çok sayıda örnek var. Milletvekilliği, iktidar mekanizması açısından bakıldığında, kendine hizmet eden kişilere bir tür ödüllendirme olarak algılanıyor ve uygulanıyor.

Gazetecilik, hele Türkiye’de yapıldığı şekliyle, doğrudan iktidarın bir müştemilatı gibi işlev gördüğü için, televizyon kanallarındaki saatler, gazete sütunları kamuyu bilgilendirmekten çok iktidarın övülmesi ve aklanması için değerlendiriliyor. Gazetecilik, bir meslek olarak, Türkiye’de ( Medya okur-yazarlık bilincinin düşüklüğü; sendika; medyatik, toplumsal ve özdenetim mekanizma ve kurumlarının eksikliği nedeniyle) hesap verilebilir bir alan değil. Genel Yayın Yönetmenleri, köşe yazarları, hatta yazı işleri müdürleri ve haber müdürleri gibi kilit mevkilere çoğunlukla medya mülkiyetinin karar verdiği düşünülürse, Türkiye’de gazetecilik alanında yönetim kademesi, okura, topluma ve mesleğe karşı değil, ancak işverene karşı sorumlu olabiliyor. Oysa ki mesela Fransa’da Le Monde gazetesinde, Genel Yayın Yönetmeni, mülkiyette söz hakkı olan dört şirketin ortak Genel Kurul toplantısında seçimle işbaşına getirilir. Üstelik Yazı İşleri Şirketinin de bu seçim sonucuna veto hakkı vardır. Almanya’da Tageszeitung gibi kooperatif yapısına sahip bir gazetede de, yöneticiler çalışanlar tarafından seçimle iş başına getirilir, hukuk kuralı olan ‘Biçimlerin Paralelliği’ ilkesi gereği yine ancak çalışanlar tarafından işten el çektirilebilir. Bizim İleri Demokrasimiz için henüz hayal bile edilmemiş bu uygulamalar 70li-80li yıllardan bu yana bu ülkelerde tıkır tıkır işliyor.

Milletvekilliği, gazeteciliğe oranla, iktidar makamı olarak, bazı farklılıklar arzediyor. Örneğin medyadaki işveren, siyasette Parti Başkanına tekabül etse de, Parti Başkanı, tuttuğu/beğendiği yani kayıracağı aday adayını en fazla seçilmesi kolay ya da kesin bir seçim bölgesinde liste başına yerleştirebiliyor. Son sözü seçmen çoğunluğu söylüyor. Halbuki gazete-televizyon işvereni ile yakın ilişkide iseniz, okur ya da izleyicinin seçimi ve onayı olmasa bile, Genel Yayın Yönetmeni, köşe yazarı ya da programcı olabiliyorsunuz.

Bir meslek olan gazeteciliğe kıyasla, milletvekilliği geçici (4 ya da 5 yıl) bir siyasi makam. Yıllarca hiçbir sorumluluk üstlenmeden, hiçbir denetim mekanizmasına tabi olmadan, kısacası işveren hariç kimseye hesap vermeden gazetecilik yapabilirsiniz. Milletvekilliği ise her oturumda sizi karşıtlarınızla bir sınava sokuyor. Seçmeniniz, kamu ve medya önünde, sürekli göz önünde, yaptıklarınızı anlatmak, açmak, onaylattırmak durumundasınız. Milletvekilliği, Türkiye’deki geleneksel yapısı ve uygulama göz önünde alındığında, Parti Başkanının siyasi/ideolojik emir erliği ile özdeşlemiş durumda. Son derece parlak, yenilikçi, yaratıcı belki de aykırı fikirleriniz varsa, bunları gazetenizde/televizyonunuzda yansıtma imkanınız olabilir ama ilk oturumda yemin de ettikten sonra milletvekili bir dizi teorik ve pratik kısıtlamayla karşılaşıyor. Sadece yasalar ya da Meclis İçtüzüğü değil müesses nizama, parlamento geleneğine karşı hele hele Genel Başkanın görüşlerinden farklı ya da zıddı bir söylemde bulunamıyorsunuz. Bu nedenle olsa gerek, Türkiye’deki genel gazeteci profilinin yine genel/ortalama milletvekili profiline oranla, kültürel, entelektüel olarak daha yüksek olduğunu saptayabiliriz. Milletvekilliği öyle sıra dışı fikir ve tutumlar için, hele ince mizah, kültürel/ideolojik göndermeler için pek de müsait bir mecra sayılmaz. Meclis’te entel olayım derken dantel olma tehlikesi mevcut. Bu uyarı, akademisyen aday adayları içindi. Yoksa, gazetecilikte de zaten mütevazi bir performans gösteren galiba eski meslekdaşların bu konuda çok zorluk çekeceklerini zannetmiyorum.

İktidar hevesi, hırsı, kibiri gazetecilikten milletvekilliğine geçerken kendine kolayca ince bir iç ayar (Mecazi anlamda değil) verebilir. Ancak burada aday adaylığından başlayıp mazbata almaya (ya da alamamaya) kadar giden süreçte önemli bir sorun var:

Gazeteciler, ilke olarak, teorik olarak, güvenilir ve inandırıcı olabilmeleri için, genel olarak tüm iktidar odaklarına, özel olarak da tüm siyasi partilere eşit uzaklıkta durmalılar. Kaçınılmaz olarak her bireyin siyasi/ideolojik tercihleri vardır ama gazeteci, bu kişisel tercihlerini olabildiğince mesleğine yansıtmamalı. Mesela iktidar partisine yakınlığı bilinen bir muhabiri, haber müdürü, iktidar partisinden sorumlu muhabir olarak görevlendirmemeli. Ya da muhalefet partisine yakınlığı bilinen bir editör, muhalefet partisiyle ilgili haberleri edit etmemeli.
Le Monde gazetesi belde belediye meclis üyeliğinden Cumhurbaşkanlığına kadar tüm seçimlere aday olarak katılmayı tasarlayan kadrolu gazetecileri için, Anayasa’sında da belirttiği bir kural koydu:

Her Le Monde çalışanının her düzeyde seçime katılma hakkı vardır. Bu onun en doğal, bireysel yurttaş hakkıdır. Ne var ki bu durumda, hem kurum olarak Le Monde’un bağımsızlığını korumak, hem de seçim kampanyasında tüm adayların eşit olanaklardan yararlanması nedeniyle, Le Monde sorunu çözmüş durumda: Le Monde çalışanının, resmen aday adayı olur olmaz, gazete ile ilişkisi geçici olarak kesiliyor. Seçim kampanyası boyunca , aday ‘Eski Le Monde çalışanı’ ünvanını bile kullanamıyor. Seçimde başarılı olup seçilirse, gazetecilikle bu seçilmişlik makamı zaten çıkar çelişkisi barındırdığı için, eski Le Monde çalışanı ile gazete arasındaki ilişki kesin olarak sona eriyor. Aday seçimde başarısız olur ve seçimden sonra yeniden gazeteciliğe dönmek isterse, yönetim her vakayı ayrı bir şekilde ele alıp karara bağlıyor. Benim izleyebildiğim kadarıyla, son 30-40 yıl içinde seçimde başarısız kalmış bir gazeteci yeniden Le Monde’a dön(e)medi. Çünkü yönetim, bu geri dönmek isteyen eski gazetecinin, siyasi partilere artık eşit uzaklıkta durmakta zorlanabileceğini öngörerek onu yeniden kadrosuna almayı tercih etmiyor. Bu geri dönüşlerdeki red tutumu, sadece seçmenzede gazeteciler için değil, üst düzey bürokrasiye geçen gazeteciler için de geçerli.

Sonuç olarak gazetecilik, öyle hafta sonları, eğlence ya da boş zaman doldurmak için yapılan bir uğraşı değil. Siyasetçinin, bürokratın, akademisyenin, bankacının halkla ilişkilerini güçlendirip, ek gelir sağlayabileceği bir meslek de değil. Tarihi, sosyolojisi, kimyası, etiği olan önemli bir meslek. Burada şimdiye kadar hep profesyonel gazetecilerden yani editör, muhabir, yazar, karikatürcü…olarak çalışan insanları kastettim. Yoksa, gazetelerin aynı zamanda bir serbest kürsü olması gerektiğini hesaba katarak, bilgisi, görüşü, fikri, bir sorunu olan her yurttaş bir gazetede mutlaka yer bulmalı.

Şimdi bizde bence gazetecilikleri bile çok tartışmalı olan birkaç isim özellikle iktidar partisinin milletvekili adayı olmuş. Seçilirler ve medya organı ile ilişkilerini keserlerse bir sorun yok. Onları artık medyada Parti militanı ya da milletvekili olarak maalesef daha az göreceğiz. Olası yeni görünüm, kimlik ve söylemlerinin eskisiden pek farklı olmayacağını adım gibi biliyorum. Çünkü onlar daha gazeteci kimliğini taşırken de Parti militanı gibi konuşup yazıyordu.

Bu çakma gazetecilerin oylamaya katılıp seçmenzede olmaları beni pek memnun edecek. Onlar büyük bir ihtimal, hiçbir şey olmamış gibi, yeniden köşelerine/programlarına dönüp eski söylemlerini belki de biraz buruk bir makamla sürdürmeye çalışacak. Geçmiş olsun…Seçim kaybetmiş bir eski gazetecinin yeni versiyonu ne kadar güvenilir, ne kadar inandırıcı?

Seçmenzedelere Türkiye’de ilginç bir formül uygulanıyor. Birkaç örnek var. Hepsi gazeteci değil. Onlar kendini tanır. Bilen de bilir. Adam seçime giriyor. Kaybediyor. Yeni iktidar, seçmenin onay vermediği bu şahsiyeti alıyor, mekanizmada milletvekilinden de daha etkili olan müsteşar ya da genel müdürlüğe atıyor. Mesaj açık: Ey seçmen, sen bu parıltılı adamın kıymetini bilmezsen, ben de onu önemli bir makama bürokrat olarak atarım. Tamam mı?

Milletvekili olamayacak eski gazeteciler için üst kurullarda, kamu bankalarında filan bir makamlar düşünülmüştür herhalde.

Gazetecilik mesleğinin özündeki/ruhundaki muhalif kan ile muhalefet partileri ve muhaliflik arasında bir ilişki, bir benzerlik kurmak mümkün. Ama o alanda da önemli yapısal ve işlevsel farklar var. Yani zaten doğal olarak muhalif olması gereken gazetecinin muhalefeti, muhalifliği ile, muhalefet partisinin muhalifliği farklı şeyler. En basitinden, muhalefet partisi bir an önce iktidar olmak için çalışır. Muhalif gazetecinin amacı ise eleştirdiği, muhalefet ettiği kişi, kurum ve fikirlerin düzelmesi için çaba gösterir.

Bu cenahta özellikle muhalefet partilerinde cezaevindeki adaylara yönelik bazı girişimler var. KCK ve Ergenekon gibi hukuki yönleri çok tartışmalı süreçlerde tutuklanan bazı siyasi, askeri ya da medyatik şahsiyetleri, demir parmaklıklar arkasından alıp Meclis’e taşımak ihtiyacı, Türkiye gibi, siyasi tutuklu ve hükümlü sayısının çok yüksek olduğu bir ülkede garip karşılanmamalı. Sonuç olarak yasal açıdan tutuklu ve hükümlülerin de seçilme hakkı sözkonusu. Ne var ki, bu transferlerde gazetecinin, cezaevine hangi kimlikle girmişse aynı kimlikle çıkması bana daha doğru geliyor. Cezaevi, gazeteciliği terk edip Meclis’e girebilmek için bir ara alan olmasa daha iyi olur.

Bizde somut örnekleri mevcut bir başka ters ilişki de, gazetecilikten üst düzey bürokratlığa geçip sonrada yeniden gazeteciliğe dönüş…Yıldırım Türker’in harika deyişi ile ‘Elden düşme müşavir’.

Bunlar bizim mesleğimizi hep şüphe/zan altında bırakan uygulamalar. Bağımsızlığımıza, özgürlüğümüze gölge düşüren pratikler. (Sanki Türk medyası bağımsız ve özgürmüş gibi bir anlam çıkmasın bu cümleden).

Ben bu geçişlerden fazlasıyla rahatsızım. Gazetecilik ömür boyu yapılacak bir meslek. Emekli olduğunda bir gazetede danışmanlık, iletişim fakültelerinde ders vermek gibi alternatifler olabilir. Kitap yazabilirsin. İyi olur… Gazetecilik, iktidara karşı kamudan, toplumdan, yurttaştan, yönetilenden, ezilenden, sessizden, mülksüzden yana bir konum, bir meslek.

Madem gazetecisin, gazeteci kal….Yok, baştan gazeteciliği sosyal ve siyasal hiyerarşide yükselmek, mevki makam ve sınıf atlamak için bir tramplen gibi kullanmışsan bir diyeceğim yok.

68 kuşağının önemli ve derin bir ilkesini de yeri gelmişken hatırlatmakta yarar
var: Para ve iktidar her türlü kötülüğün kaynağıdır!

Bir de unutmamak gerek: Solcunun ve gazetecinin eskisi makbul değildir. Eskimişi değerli olan nadir şeylerden biri şaraptır.

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Ntvmsnbc, ÖDP Milletvekili Adayı Burak Cop'un, kendi Genel Başkan'ıyla boyle bir soylesi yayımlamasına izin vermiş: http://www.ntvmsnbc.com/id/25203457/ Nasıl değerlendiriyorsunuz? Hata var mı? Varsa kimde?

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd