Ana içeriğe atla

DURUM VAHİM UMUT AZALIYOR…


Fransa’da da, Türkiye’de de, ABD’de de, kısacası bütün dünyada medya vahim bir bunalım geçiriyor. Varoluşsal/yapısal bir bunalım, diyor uzmanlar. Neden acaba? Ve ne yapmalı ?

‘’Her şey kötü. Basın da. Bu arada, hem okur, hem meşruluk, dolayısıyla da geleceğini yitiren medya hakkında kolokyumlar, sempozyumlar yapılıyor, raporlar yayınlanıyor. Gerçek anlamda varoluşsal bir bunalım yaşıyor medya.(…) Haber konusunda yoksul, ama alışkanlıklar konusunda zengin olan medya organlarını satın alanlar da bıktı ve artık başka alanlara bakıyorlar. Bu eski medyanın hiçbir işe yaramadığını görüp, İnternet sayesinde artık ‘Gazeteci-Yurttaş’ olan insanlar, ‘Bir Başka Basın’ı düşlüyor. Herkes için herkes tarafından yapılan bir gazeteciliği…(…) Habercilik yaparken; doğrulamak, çaprazlama bilgileri denetlemek, önem sırasını düzgün belirlemek, kısıtlayıcı bir sürü kurala uygun davranmak, yazdığı haberi kendisinden daha akil, daha kıdemli bir meslekdaşına okutmak, haberin cereyan ettiği sahaya gidip inceleme yapmak, hüküm vermeden önce dinlemek…Tüm bunlar İnternet muhabbetlerinde, Facebook’larda, Twitter’larda yok tabi.(…) Gazeteci/haberci, kesin olmalı, özenli olmalı ve mütevazı olmalı. Değerlerimize, yaşam tarzımıza, fikirlerimize yabancı da olsa, ötekiyle empati kurmaktır iyi gazetecilik. (…) Beklenmedik karşılaşmalar olsa, anlam yaratan şoklar yaratsak, hem farklı hem de rahatsız edici fikirleri sahneye çıkarsak, rahatsızlığı ve beklenmediği seçsek…esas gazetecilik işte bu’’
Paris’te aylık yayınlanan ‘Medias’ dergisinin 22. sayısının giriş yazısından aldım bu satırları.
Bu dergi, öyle küçük solcu bir grubun ya da alterküreselcilerin yayın organı filan değil. Kuşe kağıda basılı şık bir meslek dergisi. Fransa’da ana akım medya profesyonellerine sesleniyor. (Meraklısı www.revue-medias.com sitesinden ayrıntılara bakabilir).
Biz Türkiye’de, genellikle, kendimizi çok sevdiğimiz, başkalarıyla da pek ilgilenmediğimiz için, yabancı ülkelerde olup bitenleri pek bilmeyiz. Merak eksikliği nedeniyle de kimse kendi alanında dış dünyadaki gelişmelerden pek haberdar değildir. Yabancı dil bilen insan sayısı, teorik olarak yüksek olabilir ama, ilgi ya da uzmanlık alanındaki mesleki yayınları, dergi ve kitapları okuyan sonuç olarak bir avuç insandır. Aslında bir Avrupa İmparatorluğu olan Osmanlı’nın yıkılmasından neredeyse Özal dönemine kadar çok içe kapanık bir siyasal-ekonomik-kültürel yaşantısı oldu bu memleketin. Ben bile hatırlıyorum, 70’li yılların başında, yurtdışında Üniversite eğitimi görmek için özel dövizli öğrenci burs sınavına girmek zorunda kalmıştım. Döviz yetersizliği gerekçesiyle, bir aralar yurtdışına çıkış hakkı, yanlış hatırlamıyorsam, iki yılda bir kez ile sınırlanmıştı.
Artık bu tür kısıtlamalar yok, üstelik de İnternet var. Ama merak olmayınca, profesyonellik olmayınca üstüne para da verseniz ‘Adam sen de…’ciler, ‘İşim gücüm yok Fransız medya dergisi mi okuyacağım?’ diyor. Hoş, böyle konuşanların, gazeteden başka bir şey okudukları konusunda derin kuşkularım var. Bu tür şahsiyetler, gazete derken, gazetedeki kendi yazısını okur genellikle. Kitapla ilişkisi ise, eş-dost ya da meslekdaşlarının çıkardığı ve kendisine imzalayıp gönderdiği kitapların arka kapak sayfasındaki özeti iktibas edip okurlarına tavsiye etmekle, ya da bir başka deyişle, eşin-dostun kitabının bedava reklamını yapmakla sınırlıdır.
Halbuki bu yazının girişindeki 14 satırda anlatılanlar Türkiye için de bire bir geçerli değil mi?
Üstelik sadece Fransa ve Türkiye’de değil medya bütün dünyada büyük bir bunalım geçiriyor. Klasik medyanın işlevi ve varlığı bile artık tartışma konusu. Medya , Batı ve Doğu ülkelerinde, kamuoyu araştırmalarında, en güvenilir kurumlar listesinde hep en sonlarda.
Kuşkusuz her ülkenin kendine has koşulları nedeniyle medyanın içine düştüğü kriz hakkında araştırmalar, tahliller yapılıyor. Kimisi akademik kimisi mesleki nitelikteki bu çalışmaları gözden geçirdiğimizde, özgün koşul ve nedenlerin tali, genel sebeplerin ise asal olduğunu görüyoruz. Yani medya tüm dünya ülkelerinde, inanırlık, güvenirlik kaybediyor, tirajlar sürekli düşüyor, gazete-radyo-televizyon haberciliğinde ciddiyet ve kalite yerlerde sürünürken, reklam ideolojisinin tüm tezahürleri –magazin, eğlence, özel hayatlar- laubali bir şekilde egemen hale geliyor.
Medya mülkiyeti her yerde ya oligopol ya da monopol haline geliyor. Maliye, sanayi ve büyük ticaret dünyası artık medyayı neredeyse olduğu gibi ele geçirmiş durumda.
Ama örneğin 60’lı yılların basın ortamına oranla en önemli değişiklik, gazeteciliğin/haberciliğin sınıf değiştirdiği. Türkiye için de geçerli bu dönüşüm. Eskiden az da olsa mülksüzlerin, sessizlerin, hiç olmazsa orta gelirli yurttaşın tipik bir aynası olabilen, ya da olmaya çalışan gazeteler, artık gerek içerik gerekse biçim açısından tamamen ve sadece siyasi-ideolojik-ekonomik egemenlerin sesini yansıtıyor. Yoksullar hatta orta sınıf mensupları bile, 3. Sayfalık bir haber konusu olamazlar ise, mesela bir cinayetin öznesi ya da hedefi, sayfalara, ekranlara giremiyor. Çünkü oraları, varsa yoksa, siyasi iktidar, askeri iktidar (Türkiye’de), ekonomik iktidar ve ideolojik iktidarın sözcüleri tarafından işgal edilmiş durumda. Kalitesizliğin önemli nedenlerinden biri bu. Gazetecilik, hem yapılırken çok kolektif bir meslek, hem de yüzbinlere, milyonlara hitap ettiği için çok kitlesel bir alan ve uğraş. Ne var ki, küçük bir azınlık, yani medya elitleri üretiyor, kitleler tüketiyor. Bu da yapısal bir çelişki. Kitle de elitin ürettiği bu mecrada kendisini, kendi çıkarını, sorununu bulamıyor.
‘Mimétisme’ denilen, bir başkasının yaptığını taklit ya da tekrar etmeye dayalı bir refleksle hareket ediyor gazete yöneticileri. Bir gün mesela 5 büyük (Tiraj açısından) gazeteyi alın, tümünü incelemeye gerek yok, sadece birinci sayfalarının haber dökümünü yapın, en az yüzde 70 ortak haber göreceksiniz. Sağcı-solcu, laik-islamcı, liberal-muhafazakar ayrımı yapmadan egemen medya,(Buna kibarca ‘yaygın medya’ diyorlar) aslında asli görevi olan, aynı ideolojik kalıpları, haber temelinde, yenileyip yineliyor hergün. Bu yüzde 70 ortak haberi de, siz zaten bir gün önce akşam izlediğiniz herhangi bir televizyon kanalında görmüşsünüzüdür. Bu haberlerin büyük bir çoğunluğu da ‘Ankara Haberi’ tabir edilen devlet haberleridir. Başbakan dedi ki…Cumhurbaşkanı dedi ki…Genel Kurmay Başkanı dedi ki… A holdingin sahibi dedi ki… Satış açısından ilk beşe giren gazetelerin bir de meşhur ekonomi sayfaları var. Bu bölümün doğru adı da aslında işverenler sayfası olması gerekir. Haberle reklamın tamamen birbirine karıştığı bu ekonomi sayfalarında sokakdaki yurttaşın cebini doğrudan ilgilendiren çok az haber var. Varsa da o da işveren ya da hükümet perspektifiyle veriliyor. Bazen en az üç sayfa borsa çizelgeleri. Sanki Türkiye’de milyonlarca yurttaş her gün borsada aktif.
Saymakla bitmez olumsuzluklar.
Medya mülkiyetindeki köklü değişim, yani aileden gazeteci patronlardan, holding medyasına geçiş, tüm bu olumsuzlukların temel müsebbibi. Gazeteler artık bağımsız değil. Ya büyük bir sinai-mali-ticari holdingin yayın organı ya da hükümete/devlete yakın bir odağın gizli sözcüsü. At sahibine göre kişnediğine göre, basın da esas olarak, yurttaş çıkarı için değil, holdingin, patronun ya da hükümetin/devletin çıkarı doğrultusunda yayın yapıyor. Çünkü gazeteleri mali açıdan, esas olarak okur (Bayi satışı ve/ve ya abonman bedeli) değil, reklamverenler yani işveren dünyası destekliyor. Onların ideolojisi belirliyor yayın politikalarını.
İşin daha da vahim yanı, ne medya patronları ne de üst düzey yöneticiler bu felaketin farkında. Aydın Doğan mesela, hükümetin kestiği vergi cezasıyla meşgul; Ciner, ihaleyi aldıktan sonra zaten pısırık olan AKP muhalefetini iyice zayıflattı; Karamehmet çalışanlarına doğru dürüst maaş ödemiyor; Çalık, iktidar yanlılığı nedeniyle reyting ve tiraj kaybettiğinin bilincinde değil galiba; F tipi gazete, artık doğrudan militan yayıncılığa başladı; Yeni Şafak, sönüyor; Taraf, habercilik değil başka bir şey yapıyor…
Özkökler, Mutlular, Şafaklar, Altaylılar, Dumanlar…vs… medyatik ya da siyasal iktidar konumunun verdiği rahatlık ve mağruriyetle günü kurtarmanın derdine düşmüşler. Meslek, mesleğin içinde bulunduğu gayya kuyusu umurlarında değil.
Gazetelerde ekranlarda, herkes takım tutar gibi bir siyasi odağı övüp meşrulaştırmakla meşgul. Geri kalan sayfa ve zamanlarda da, kim kimle şaapmış, kim nerede ne yemiş-içmiş saçmalıkları. Gazeteci geçinenler, kah soyunup kah örtünüyor, ona buna küfür hakaret, hatıra defterine yazacaklarını köşelerine dolduruyor, anasını-babasını kızını-karısını anlatıyor, umreye gidiyor, aslında sıfır haber değeri olan her şeyi, bu arada kendini haber yapıyor.
Eskiden, çok değil 20-30 yıl öncesine kadar ekmek kazandıran meslekler vardı. Mesela gündelikçi terzi ya da saka, belki de bakkal…İflaslara, periyodik krizlere rağmen bu neo-liberal fırtına karşısında gazeteciliğin/haberciliğin olumsuz dönüşümü engellenip, kamu çıkarını savunan kaliteli gazetecilik canlandırılamazsa, gazeteciler de sakalarla gündelikçi terzilerin safına katılır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle