Ana içeriğe atla

DENGELİ DÜNDAR/DENGESİZ MUSTAFA

* Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filmi/belgeseli yoğun kutuplaşmış Türkiye siyaset manzarasında geniş tartışmalara yol açtı. Galiba Dündar hariç, kimse filmden memnun değil. Neden?

Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filmi/belgeseli büyük tartışma yarattı. Bu, başlı başına olumlu bir gelişme. Çok genel bir bakışla ilk gözlem: Statükocu Atatürkçüler, ‘Mustafa’yı beğenmedi. Çünkü film, ürkek bir girişimle de olsa, gardrop Atatürkçülüğünü sorgular sahneler ve yaklaşımlar içerdiği gibi, M.K.Atatürk’ü tabulaştıranları da çıkmaza sokan bölümlere de yer vermiş. Dündar’ın belgeseli/filmi, herhalükarda çok resmi Atatürkçülerin yani resmi ideologların beklentilerinin tümüne yanıt vermiyor, hatta zaman zaman onları üzüyor, kızdırıyor. Diğer cepheye, yani anti-kemalist kesime baktığımızda, İslamcılar ve Liberaller de ‘Mustafa’dan pek memnun değil. Belki İslami kesim daha temkinli bir yaklaşımla, Atatürk’ün ‘insani’ yanının ön plana çıkarılmasını da kullanarak, içki konusuna da ağırlık vererek çok şiddetli eleştirilere girişimiyor ama Dündar’ın ‘Mustafa’sı onların beklediği ‘Beton Mustafa’ imajına da tam oturmuyor. Kemalist cephe, Dündar’ın ‘ABD ile işbirliği içinde Ilımlı İslam Projesine hizmet ettiği’ gibi paranoyak bir yaklaşıma göz kırparken, Liberal yazarlarda da, Can Dündar’ın ‘Ölmekte olan Kemalizme, Mustafaizm’le bir hayat öpücüğü’ verdiğini savunuyor.

1923 belki de 1938’den bu yana çok geç kalmış bir irdeleme-sorgulama sürecine henüz yeni girmiş olmamız, ayrıca Türkiye’de tartışmanın çoğu kez kapışma olarak algılanması nedeniyle, ‘Mustafa’ filmi mevcut kutuplaşma konularına bir yenisini daha ekledi. Aslında konu önemli, tartışılması gereken bir alan, ne var ki, gerek filmin kendisi, gerekse tartışma yöntem ve söylemleri pek de olumlu değil.

Şimdi Can Dündar’ın eserinin her iki kutupça da eleştirilmesi, Dündar’ın bağımsız, özgür, özgün hatta doğru olduğu şeklinde anlaşılabilir. Mesela İngiltere’de BBC de, sürekli olarak, iktidarda olsun, muhalefette olsun hem Muhafazakarlar hem de İşçi Partisi tarafından eleştirilir. BBC de bundan son derece memnundur. ‘Biz iki tarafın da sesi değiliz, bağımsızız, her iki kutbun bizi kendilerine doğru çekme taktiklerine cevaz vermiyoruz’ diyerek kendini savunur.

Ne var ki, bu yaklaşımı Can Dündar’a atfetmek pek mümkün değil. Çünkü filmin içeriğinden başlayıp, sponsorluk tartışmalarını da göz önünde bulundurduğumuzda belki de en önemlisi Can Dündar’ın esas olarak reklam ve halkla ilişkiler damgalı söyleşilerine baktığımızda, Dündar’ın bu durumdan pek de hoşnut olmadığını görüyoruz. Çünkü belgesel/film yönetmeni, eserinin tüm kesimlerce benimsenmesini beklerken, bunca eleştiriyi göğüsleyebilecek bir siyasi-ideolojik berraklığa sahip değil. Dengecilik ve herkesi memnun etme hastalığı da zaten böylesi zıtlaşmalarda hemen olumsuz bir şekilde ortaya çıkar.

Doktoralı gazeteci/televizyoncu Can Dündar, NTV’de yayınlanan ‘Neden?’ programlarında da, televizyonculuğun yüzeyselliğine de uygun olarak, önemli tartışma konularını stüdyoya getirirken, gerek konuk seçiminde, gerekse tartışma yönetim tarzında, Türkiye gibi keskin kutuplaşmış bir siyasi toplumda, hep yumuşak ama sahtece uzlaşmacı, sürekli olarak orta yolcu bir yaklaşımıyla tanındı, bilindi. Kimi zaman otobüslerin arka camındaki ağlayan çocuk posteri ifadesiyle, ‘Yahu niye kapışıyorsunuz, anlaşın olsun bitsin, zaten öyle çok da zıt fikirler savunmuyorsunuz’ yaklaşımı Dündar’ın nerede ise alamet-i farikası.

Kemalistlerin ve Liberallerin eleştirilerinde kuşkusuz haklı ve doğru yanlar olabilir. Nasreddin Hoca’nın ‘Sen de haklısın’ fıkrasında olduğu gibi, uzlaşmaz çelişkiyi görmezden gelip, mavi boncuk dağıtım A.Ş yaklaşımını benimsemek, sorunu çözmüyor, yeni tartışmalara yol açıyor. Açık, net, berrak, kararlı olmak ideolojik bir tutumdur. Mustafa Kemal’i dudak ucuyla eleştirip, ama yeri geldiğinde de onu savunmak, her iki tutumda kasıtlı, belirli bir muğlaklık/fluluk bırakmak mevcut tartışmaları körüklemekten başka bir işe yaramadı. Dengeli olmak, adil olmak, ‘ne şiş yansın ne kebap’ deyişiyle tercüme edilemez. Yoksa ‘Mustafa’nın başına geldiği gibi hem şiş yanar, hem de kebap.

Benim ilgimi çeken esas mesele, daha çok bir mesleki kimlik ve çıkar çatışması sorunu. Özellikle de Kemalizmin Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi ideolojisi olduğunu hesaba katarsak, bir gazetecinin farklı alanlarda hatta dal ve mesleklerdeki icraatinin iç çelişkileri. Can Dündar, Milliyet gazetesinde köşe yazarı. NTV’de tartışma programı yöneticisi. Çeşitli alanlarda kitaplar yayınlıyor. Bir de televizyon kanalları şimdi de sinema için belgesel yönetmeni. Bir kefeye sığdırılması aslında zor işler, uğraşlar. Bir insanın on parmağında on marifet olunca, tüm bilgi ve becerilerini, sevgili halkıyla paylaşmak kaçınılmaz hale geliyor. Tabi bütün bunlar da, hep kamuya hizmet, yurttaşı aydınlatmak gibi ulvi amaçlarla yapılınca Can Dündar’a hayranlık duymamak elde değil.

Ne var ki, Dündar’ın gerçekleştirdiği etkinliklerin perde arkasına baktığımızda, otobüsün arkasındaki poster bir başka postere dönüşüveriyor: Ağlayan çocuk gidiyor, ‘Peşin çalışan/Borca çalışan tüccar’ posteri geliyor. Dündar’ın gazetecilik faaliyetinin yanı sıra ve eş zamanlı olarak sipariş üzerine belgeseller hazırladığını da biliyoruz. Bu başlı başına gazeteci bağımsızlığına aykırı bir tutum. Çünkü siz belgeselci kimliğinizle, para karşılığında, bir şirket ya da kurum için belgesel çekiyorsanız, gazeteci olarak o şirket ya da kuruma artık bağımsız/özgür/nesnel olarak bakamazsınız. O konuda haber, yorum yazamazsınız. Çünkü sizin artık o haber kaynağı ile organik ve maddi/mali bir ilişkiniz vardır, çıkar çelişkisine düşersiniz. İşte bu nedenle de bu tür belgeselcilikle gazetecilik uzlaşmaz, çelişen iki alandır. İkisini birden yapamazsınız, yapmamalısınız. İkisinden birini tercih etmelisiniz. Bu yazdığım, izan, insaf, ahlak ve vicdan sahibi insanlar için geçerlidir. Yoksa, gazetecilikten sağladığınız şan ve şöhreti, imtiyaz ve kolaylıkları başka alanda değerlendirmek istiyorsanız, kimse size bir şey demez. Bu şan ve şöhret, kimi zaman paraya, kimi zaman iktidara yakın olmaya tahvil edilebilir.

Somut örnek: Gazetelerde yayınlanan bilgilere göre, öyle pek kolay bir şekilde yerli ve yabancı akademisyen ve uzmanlara bile açılmayan Cumhurbaşkanlığı ve hele hele Genel Kurmay Başkanlığının arşivlerinde ‘Mustafa’yı araştıran, oradan bilgi ve belgeler sağlamasına izin verilen bir kişi, bu saatten sonra Cumhurbaşkanlığı ve/ve ya Genel Kurmay Başkanlığının bir olumsuzluğunu haber yapamaz, bu konuda köşe yazısı yazamaz. Ama belki de emekliliğinde bu iki önemli kuruma danışman olarak atanmak için iyi bir referans oluşturabilir.

Yanlış hatırlamıyorsam 1999 yılında olmalı, devlet Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümü için bir televizyon kampanyası düzenlemişti. Bir takım şahsiyetler ekrana çıkıp Cumhuriyet’in nimetlerini anlatıyor, Atatürk’ün Cumhuriyetine övgüler diziyordu. Bu değerli şahsiyetler arasında bir dizi gazeteci de vardı. Can Dündar da bu gazetecilerden biriydi. Ben, gazetecilerin bu tür kampanyalarda yer almasının doğru olmadığını, isim vermeden yazdığımda, Dündar o kadar kızmıştı ki, ÇGD bünyesinde birlikte yürüttüğümüz bir projenin bile aksamına yol açan bir uzaklık sergilemişti. Oysa ki, gazeteciler için sansür, cinayet, baskılarla anılabilecek 75 yıllık Cumhuriyet’i övmek, bir gazetecinin görevi olamazdı. Ayrıca bu işin evrensel çapta belirlenmiş kuralı var: Gazeteciler, basın özgürlüğü, kendi meslek kuruluşları ve genel olarak insan haklarıyla ilgili olanların dışında hiçbir siyasi, ideolojik, kültürel kampanyaya katılamazlar. Çünkü kampanyaya katılmak bir taahüt anlamına geldiği için, gazeteci haber kaynağına, habere veya kampanyanın söz konusu olan kişi, kurum ya da konuya karşı bağımsızlığını yitirmiş, taraf haline gelmiş olur.

M.K.Atatürk, Mustafa ya da Kemalizm konusunda kaçınılmaz olarak siyasi/ideolojik tercihler, yorumlar içeren bir belgeselin yönetmeni olmak, gerçek gazeteciliği engeller. Kamu oyu, okurlar, yurttaşlar şimdi Dündar, herhangi bir konuda ne dese, ne yazsa, onu artık ‘Mustafa’nın yönetmeni Can Dündar kulağıyla/gözüyle algılayabilir. Can Dündar, Kemalizm gibi hayati bir konuda artık taraf olmuş, tarafını da açık seçik ilan etmiştir. Kemalizm, Türkiye’de tüm siyasi/ideolojik/kültürel ve gazeteciliğe ilişkin konularda temel bir faktör, tayin edici bir boyut ve yönlendirici ideoloji olduğu için, 24 saat yaşayan kelebek belgeseli çekmeye benzemez.

Kemalizm, Dündar’ın uzmanlık alanı olabilir. (Doktorası, terörizm-medya ilişkileri hakkında olsa da). Bu nitelik, ona böyle bir filmde örneğin danışman olmasını sağlayabilir. Böyle bir konuma da kimsenin itiraz edebileceğini sanmıyorum.

‘Sarı Zeybek’ ve ‘Fikriye’den sonra Can Dündar’dan ben artık bir ‘Can Dündar’ belgeseli bekliyorum. İnsan, en iyi bildiği konu hakkında, sevgili yurttaşlarını bu değerli bilgiden mahrum edemez herhalde...

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Bu gibiler zeki olmadıkları için Atatürk ü yanlış tanıtıyor; aradaki fark bu.. bu adam Atatürkçü ancak zeki değil ve bilgiziz..

Cahil dost yani..

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP

  Nilay Karaelmas ve Timur Soykan İKİ DÖNEM, İKİ GAZETECİ, İKİ KİTAP İlki 1970-90 dönemini, ikincisi bugünkü medya ortamını anlatıyor. Çok değişiklik pek az gelişme var. Hatta işler kötüye gidiyor. Ragıp Duran Nilay Karaelmas’ın ‘’Sosyal Medya Öncesi 1970, 1980, 1990 yıllarında Gazetecilik’’ (SBFBYYO-DER, Ankara 2023) başlıklı kitabı ile Barış İnce’nin Timur Soykan’la yaptığı nehir söyleşi çalışması ‘’İyi Gazetecilik, İyi ki Gazetecilik’’i (DeliDolu, İzmir, 2023)   eşzamanlı olarak okudum. Birincisi 120, ikincisi 111 sayfa. Her iki gazetecinin kalemi/söylemi, uslubu rahat, düzgün, akıcı olduğu için bir oturuşta okunabilecek kitaplar. İki ayrı dönemde muhabir olarak görev yapmış, uzmanlık alanları farklı iki gazetecinin gözlem, anı ve mesleğe ilişkin değerli değerlendirmeleri var iki kitapta. 60+ meslekdaşların Soykan’ın kitabını,   yaşı -30 olan gazetecilerin de özellikle Karaelmas’ın kitabını okumalarında yarar var. Böylelikle gençler mesleklerinin yakın geçmişi hakkında b

YÜZ YILLIK AMA YÜZÜ YOK CUMHURİYET’İN

Derin ve ayrıntılı bir muhasebeye girişip,  Cumhuriyet’in yani son yüzyılın olumlu ve olumsuz yanlarını irdeleyip tartışacağımıza, geçmişle yüzleşeceğimize, kutlama törenleri saplantısına çakıldık kaldık. Lider kültündeyiz hala. Tek Adam rejiminin sinsi Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı, Türk akademiasını, medyasını, STK’larını ve holdinglerini iyice Kemalperver hatta Kemalperest hale getirdi. Mutsuz ve çıkmaz, melankolik ve demode bir aşk!   Ragıp Duran   Siyasal İslam’ın yani Erdoğan rejiminin bu yıl Cumhuriyet’in ilanının 100. yılını kutlama etkinliklerini, Filistin yası bahanesiyle iptal etmesi hakiki, sahte, konjonktürel ve yapısal Kemalistleri, bu arada toplumun önemli bir kesimini fena halde kızdırdı. Rejim, 100. yıl için zaten kasıtlı olarak hiçbir hazırlık yapmamıştı, İsrail’in Gazze saldırısı olası etkinlik ve törenleri iptal etmek için iyi bir bahane olarak kullanıldı. Ne var ki, sözümona muhaliflerin, iktidarın bu hamlesine karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçelerd

SİVİL DİKTA VE MEDYA

Analitik Bakış'ın sorularına yanıtlar: 1) ‘Sivil dikta’ iddialarının 20 yıl önce de yine medyada, Hürriyet’in manşetiyle yer aldığı basına yansıdı. Medyanın bu süreçteki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? RD: ‘Sivil Dikta’ sözcüğünün 20 yıl önce DENİZ BAYKAL tarafından sarfedilmiş olması manidar. Askeri diktatörlüklere pek ses çıkarmayanlar, sivillikten çok hoşlanmaz. Sivil sözcüğü bizde, Türkçe’de çoğu zaman yanlış kullanılıyor. Sadece ‘’asker’in karşıtı’’ imiş gibi algılanıyor. Oysa ki Latince kökenli sivil sözcüğünün mesela fransızcadaki anlamı ‘Uygar’; ‘civilisation’ da uygarlık yani medeniyet. 20 yıldır medyada sivil/askeri bağlamlarda dikta meselesi hala tartışılıyorsa, bu memlekette demokrasinin düzeyi konusunda karamsar bir konumdayız demektir. Medya ise, özellikle egemen/yaygın medya ise, siyaset/askeriye/ekonomi ve ideolojiden özellikle de bu dört kutbun iktidar kulelerinden bağımsız ol(a)madığı için, son 20 yılda sivil ya da askeri dikta konusunda öyle elle